Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Ocak 2014 Salı

BEKLERKEN

Adını verdim sol tarafımdaki ağrıya
Kötü bir şey demek değil bu kötü bir şey değil
Kötü bir şey değil bu şikayet etmiyorum
Bekliyorum..

Sual olunmaz hikmetinden meleklerin
Ben özlemek derim hasret derim aşk derim
Ne olur bir duble rakıyı paylaşsak derim
Sen gülümsersin uzaklardan
Ben beklerim..

Bu parkların hepsinden vazgeçebilirim
Bu kitapların bu oyuncakların bu meyhanelerin
Bunların işte ne varsa hepsinden vazgeçebilirim gelişini kolaylaştıracaksa
Ama senin bir saatin var bilirim
Bir saatin var senin yüreğime envai çeşit kuşlar konduracak
Kolay geçmese de vakit
Beklerim..

Çok zor geçmişti çocukluğum bahsetmiştim sana
Annemin hep işi vardı babamın hep işi vardı
Çok ağlıyordu kardeşlerim hepsinden bahsetmiştim
Bunları anlatmıştım şikayet etmiyorum
Yeter ki geleceğini söyle bana ara sıra
Ses etmem, beklerim..

Yattığın odaları nasıl da merak ediyorum
Kokladığın çiçekleri dinlediğin şarkıları
Çarşafının kokusunu, tenini ille de tenini
Nasıl da merak ediyorum sokak köpeklerini severkenki hallerini
Bazen koltuğunun altında tavlayla hayal ediyorum seni
Bazen kadere küfrederken geliyorsun gözümün önüne
Bazen sarhoş olup açık saçık küfürlerle giriyorsun rüyama
Uyu diyorsun sonra bana uyu diyorsun, geçecek
Herkes bilir değil mi melekler yalan söylemez?
Bekle der bana evrenin en güzel meleği
Beklerim..

Olur da yanlış anlarsan söylediklerimi
Çok özür dilerim
Bakma marifetmiş gibi anlattığıma
İcap ederse susup tek kelime etmeden
İçimden geçenleri buluttan bir kayıkla yollayıp sana
Beklerim..

Tesirsiz Parçalar 248..

248.
Beklerken bir kaç saat geçti. Yanımdan üç beş otobüs, beş on kedi, yirmi otuz insan geçti. Parkın üzerinden siyahın bir sürü tonu geçti. Sıkılıp eve döndüm, kumanadaya gitti elim, ekrandan peş peşe programlar geçti. Önümden elinde çay bardağıyla annem geçti. Uzaktan trenler geçti. İçimden kısık sesle söylenen şarkılar geçti. Hatta bir ara içim geçti. Beklerken bir sürü şey geçti, zaman bir türlü geçmedi..

İZMİR DİYORUM SANA

Terliklerini aşıp eteğinin altından bileklerine vurur dalgalar
Belli belirsiz bir rüzgar hafifçe dalgalandırır saçlarını
Ay ışığı, deniz ve sen nasıl da güzelsiniz
Ve ben sevdiğim
Bu sahneyi biraz daha seyredebilmek için
Etrafta kim varsa gözümü kırpmadan öldürebilirim..

İzmir diyorum ben sana bütün şehirler kıskanıyor
Şileplere biniyoruz rüyamda güvertede oralet içiyoruz
Sonra sen oralet sesimi kısıyor diyorsun, ne saçma!
Olsun diyorum, gülüyorum
Ben seni saçmaladığın zamanlarda da çok seviyorum..

ANNEMİN İĞRENÇ BASMA PERDELERİ

İçime sığdıramadığım bir merakla,
içine sığamadığım odamın camına her tırmanmaya kalktığımda,
dünyayla arama girdi,
annemin iğrenç, basma perdeleri.
O günden beridir,
tüllerden ve perdelerden ve cam önü çiçeklerinden,
nefret ettim.
Şimdi gelmişken ben otuz bilmem kaç yaşıma.
Ve her ulaşmak isteyip de ulaşamadığımda sana.
Dünyayla benim arama giren o iğrenç, basma perdeler geliyor aklıma.
Gülüm. Yapma!

GÜL

Bak ben hayata kaç sıfır yenik başladım bilmiyorum
Ve biliyorum sen hep benden bir sayı geridesin
Tarihten de umudum yok, kendimden de annemden de
Bizi ancak 'yan yana uzanacağımız bir çekyat eşitler
Geniş zamanları boşver, insanları da planları da
Bahçenizde yetişen isimsiz otların hatrına
Bana bir gülüver..

Buraları gibi değil oralar oralarda deniz var
Sen varsın güneş yokken de ışığın tüm şehre yeter
Oralar gibi değil buralar hep yağmur hep karanlık
Işığınla ışıldasın gittikçe kararan yüzüm
Bana bir gülüver..

20 Ocak 2014 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 247..

247.

Bazı insanlar kimseye iyi gelmez. Diğerlerinin mutlu anlarında göze çarpmaz bu. O yüzden problemsiz sokulabilirler sevdiklerine. Hatta bazen bu hal uzunca bir süre devam eder ve o 'kimseye iyi gelmeyen insan' bu lanetin ortadan kalktığı yanılsamasına bile kapılabilir. Ama sonra bir şey olur ve bingo! Elleriyle yükselttiği iskambil kağıdından kule yıkılıverir bir üflemeyle. Sonrasında gözünün değdiği her şey birer ayna olur ve ağız dolusu küfreder kendisine. Lanetli orospu çocuğu diye..

19 Ocak 2014 Pazar

HAMSUN'UN UTANCI

Medeniyetin önemli göstergelerinden biri de herhangi bir şeyi protesto etme şeklidir. Bireysel olarak ya da topluca!

Norveç ve dünya edebiyatının en büyük yazarlarından, 1920 Nobel ödülü sahibi Knut Hamsun, ikinci dünya savaşı yıllarında, henüz ülkesi işgal edilmeden evvel Nazi taraftarlığı ve propagandası yapıp, ülkesinin işgaline zemin hazırlamaya çalışır. Ve sonunda Norveç işgal edilir. Acı dolu günler yaşanır. Savaş bitip işgal sona erdiğinde son derece kırgındır Norveçliler en büyük yazarlarına. Fakat ne hakaret ederler, ne bağırıp çağırırlar ne de intikam hissiyle saldırıya geçerler. Peki ne mi yaparlar?

Bir sabah, genç bir Norveçli, elindeki Hamsun kitabını yazarın evinin önüne bırakıp sessizce uzaklaşır. Bir süre sonra biri daha kitap bırakır aynı yere. Sonra biri daha, biri daha, biri daha... Oslo'lular ellerindeki Hamsun kitaplarını yığarlar yazarın kapısının önüne. Ne bir arbede yaşanır, ne de kötü bir laf edilir. Kırgın Norveç'liler kitapları sessizce bırakıp dağılırlar. Adeta kendi kitaplarından bir dağ oluşur Hamsun'un bahçesinde. Bu zarif tepki, doksan küsür yaşındaki yazara ömrünün en acı dersini verir. Pişman, mutsuz ve utanç içinde yumar hayata gözlerini..

Demem o ki; biraz zeka, biraz da zerafet ve medeniyet, taşla sopayla yaratılan tahribattan çok daha asil ve etkili sonuçlara yol açabilir..

BEKLEYİŞ

Geleceğini söyleyip gelmediğin zamanlar
İnşaatı yarım kalmış bir bina kadar ıssız
ve ortasından ray geçip tren geçmeyen bir kasaba kadar
umutsuzum
Ey beni en derin uykulara yatırıp
Bambaşka bir yerde tek başına uyanan kadın
Dinle bak, ne diyor Galip Dede!
"Dil hayreti gamla lal kaldı
Galib gibi bi-mecal kaldı
Gönderdiğim arzuhal kaldı
El'an bir ihtimal kaldı
İnsafın o yerde namı yok mu?"

AR'TIK

Tam üç kez sahi dedim bu kez anladım sanıyorum
ola ki anlamadıysam hala tüm seyirciler affetsin
Suskunluğu anladım devlet sırlarını birahaneleri
Düzensiz bir saf oluşturup bize bakanlara baktım saf saf
Bir son hayal ettim ikimize sahi bunu anlatmamalıyım
İsmet Paşa'nın treni geldi aklıma -ki ben görmedim hiç
beyaz tren-
Sonra dünyadan bize bunu yapmamasını rica ettim
Kitaplar seçtim kendime şiir kitaplarını eledim
Açlıktan atını yemiş tek kollu bir şövalye gibi
İşe yaramaz hissettim kendimi derken
Farkettim
Kavuşurken iki kol lazım sıkıca sarılmak için
Ayrılırken tek kol yeter mevzunun uzamaması lazım
Farkettim ve dünyadan kolumu geri vermesini talep ettim..

4 Ocak 2014 Cumartesi

ÇOK SUSAMAK GİBİ



Küçükken en büyük eğlencem, üç dört balıklı akvaryumumuzu seyretmekti. Hayvanlara bayıldığımdan değil tabi, oldum olası her türden canlıyla mesafe koymaya çalıştım araya. Sekiz yaşında üç çocuk abisiydim. Neredeyse her an uğultuyla çınlıyordu ev. Kardeşlerimin gürültüsünden nefret ediyordum. Havladıkları için sokak köpeklerinden, miyavlayıp durdukları için kedilerden, sürekli bağırdığı için babamdan, mütamadiyen ağladığı için annemden ve kaçıp gidemeyecek kadar küçük olduğum için kendimden nefret ediyordum. Balıkları seviyordum sadece. Çünkü hiç gürültü yapmıyorlardı. Bulduğum her kısa boşlukta nefesimi tutup, göt kadar akvaryumda salak salak yüzüşlerini seyredip mutlu oluyordum. Gitmek isteyip de gidememenin acısını ta o zamanlardan çok iyi bilirim..

Geçenlerde, özlemenin susamak gibi bir şey olduğunu söyledi. Hemen o an koşup yanına gitmek istedim. Gidemedim. O an, sekiz yaşındayken hissettiğim gitmek isteyip de gidememenin çaresizliğini tekrar hissettim bütün kalbimle. Sığınacağım bir akvaryum da yoktu bu kez. Ben de sigara yaktım çaresiz..

Kardeşlerimin hepsi büyüdü artık. Babam bağırmayı, annem ağlamayı kesti yıllar evvel. Hem tersi de olsa, bütün gürültülerden kaçıp uzaklaşabileceğim kendime ait bir oda var artık evimizde. Ama sekiz yaşımda o akvaryumun karşısında bulduğum huzuru koşullar ne olursa olsun bulamıyorum artık..

Arkamda bıraktığım otuz küsür sene şunu öğretti bana. Doğup büyüdüğü yere ait değil insan. Acı çektiği ya da çok mutlu olduğu yere de ait değil. İnsan, olmak isteyip de olamadığı yere ait. Şey gibi bir his işte bu. Çok, çok susamak gibi. Siz anlamazsınız bu hissi, bir tek o anlar..

YOK

Ellerimin nesi var ikisinin de sesi yok
Suç işlemiş bir çocuğum ha diyecek yüzüm yok
Anlatamıyorum işte rakı getirin bana
Babam çok mütedeyyin bizim evde rakı yok
Bekliyorum bütün akşam bir şeyler olur diye
Çay içiyorum sonra çayın eski tadı yok
Tren olsa iyiydi seyredip hayal kurardık
Belediye kesmiş yolu artık burada tren yok
Kirli bir çakal gibiyim uluyasım var aya karşı
Her tarafı bulut basmış ayın esamesi yok
Parka çıkayım diyorum kırmızı tuborg içeyim
Yasa çıkarmış adiler gece bira satışı yok
Sevinirken üzülüyorum mutluyken üzgün gibiyim
Bir şey var içimde bir şey lafla sözle tarifi yok..

1 Ocak 2014 Çarşamba

ÖMRÜMÜN EN KAHKAHALI YILBAŞI AKŞAMI



Doksanların sonuna doğru Eskişehir'de öğrenciydim. Okulu bırakmak üzereydim, ailemi bırakmıştım, solculuk beni bırakmıştı. Sik gibi kalmıştım tek kelimeyle. Beş kuruş param olmadan günler geçiriyordum. Hala şaşarım, ne yiyip ne içiyordum o zamanlar diye? Tek bir örnek vereyim, sefaletin boyutunu anlayın. Bir gece yarısı soğuktan donmasın diye hohlaya hohlaya yazı yazmaya çalıştığım tükenmez kalem dondu. Üşüyordum, ne soba vardı ne doğalgaz. İkisi de umurumda değildi. Ama sahip olduğum tek kalem donup yazmamaya başlayınca panikle ortalığı birbirine katarak kalem aramaya başladım. .mına koduğumun odasında bir tane bile kalem yoktu. Ne parasızlığı, ne gazsızlığı ne de açlığı umursayan ben, yazacak tek bir kalem bulamayınca yer döşeğine kapanıp sızana kadar ağlamıştım. Ertesi gün Titanik 4 adlı kafeye gidip beş altı tane kalem çaldım. Hala ödemiş değilim borcumu..

Depodan bozma tek odalı evimde, daha önce orada oturan öğrencinin çöp diye atmadığı arkası boş binlerce sayfa vardı. Okulu tamamen boşlamıştım. Uyku desen yıllar önce beni boşlamıştı. Yapacak başka hiçbir şeyim yoktu. Çıldırmış gibi yazmaya başladım ben de. Hastalığın tanımını bile değiştirmiş, manik değil panik depresif olmuştum iyice. Aklıma ne gelirse yazıyordum. Saatler, günler hatta aylar birbirine girmişti. Kiloyla aldığım tütünü uç uca ekleyip, bir taraftan şehvetle sigara içiyor diğer taraftan da aklıma ne gelirse yazıyordum. Hayatımın en öfkeli yazılarıydı onlar, başka bir buhran anında hepsini yaktığım, nelerden bahsettiğim hakkında şu an en ufak bir fikrimin bile olmadığı, binlerce sayfa. Bir yüzlerinde makro iktisat, hukuka giriş, ekonometri notları, diğer yüzlerinde benim hezeyanlarım. En azından bir kaç tanesini saklayabilseydim keşke..

O saçma sapan ve hepsi birbirine benzeyen günlerden biriydi. Neredeyse 24 saat yemek yemediğim ve uyumadığım günlerden biri. Yine kudurmuş gibi sabahtan akşama kadar yazdığım, öfkeden ve yorgunluktan başımın çatlayacak kadar ağrıdığı bir gün. Dışarı çıkayım dedim, biraz hava almak için (pencere bile yoktu .mına koduğumun odasında). Kendimi dışarı atıp gelişigüzel dolaşırken önce kalabalığı fark ettim, sonra garip şarkılar eşliğinde yaptıkları enteresan hareketleri ve sonra bazılarının tuhaf kırmızı kostümlerini. Vay anasını dedim dışımdan, lan bu gece yılbaşıymış. Birden annemi aramak geldi aklıma. Kastamonu'daydı ailem. Elimi cebime attım, uzun süredir sakladığım jetonu aldım ve kulübe aramaya başladım. Porsuğun kenarındaki kulübeye geçip tuşlara bastım. Tek bir jetonum vardı, konuşmak istediğim binlerce şey vardı, etrafımda eğlenen sürüyle insan vardı ve o an benim sadece anneme ihtiyacım vardı. İkinci çalışta açıldı telefon. Kardeşim çıktı, annemi istedim. Hastaneye götürdü babam dedi. N'oldu ne hastanesi dememe kalmadan kapandı telefon. Delirmek üzereydim. Dışarı çıkıp kulübenin yakınındaki insanlara jeton sordum. Kimsede yokmuş. Bayiye gidip jeton istedim, parasını yarın bırakırım dedim. Yok dedi pezevenk. Oysa kasanın yanındaki jeton kutusunu görüyordum. Allah belanı versin deyip sokağa çıktım tekrar. Hayatım boyunca hiç yapmadığım bir şey yapmaya başladım. Geçen insanlara bozuk paranız var mı diye sorarak yürüdüm. Yarım saatten fazla dolaştım, en az yirmi kişiye sordum. "Pardon, bozuk paranız var mı? Yirmisinin de yokmuş bozuk parası. Yavşakların yılbaşı eğlencesi vardı, markalı botları vardı, sevgilileri vardı, kalemleri, doğalgazları, planları vardı. Ama hiçbirinin bozuk parası yoktu. Serdar aklıma geldi sonradan. Evi biraz uzaktaydı. Ondan alırım jeton parası diye düşünüp tekrar yürümeye başladım. Sonra yolda bir tanıdık denk geldi. Durumu anlatıp biraz para istedim. O parayla da üç tane jeton alıp hemen evi aradım..

Önemli bir şeyi yokmuş annemin. Tansiyonu düşmüş biraz. Ben aradığımda da evdeydi zaten. Konuştuk biraz, kapattım. Sonra odama döndüm hızlıca. İnsanlar eğlenmeye, kahkahalar atmaya devam ediyordu. Ve ben biraz daha baksam suratlarına, o gece kesin cinayet işleyebilirdim. Ciddi bir gerekçeye ihtiyacım yoktu, bir jeton parasını bile esirgeyen ırkın mensubu olmaları yeterliydi. Kendimden korkup hızlıca eve girdim. Kağıtlarımı elime alıp yazmak için yere eğildim. O da ne? Yazmıyor. Diğer kalemi aldım, o da yazmıyor. Diğeri de. Diğeri de.. Kafeden çaldığım ucuz kalemler de donmuştu soğuktan. Bir an Allah'a küfretmek geldi içimden. Sonra hemen tövbe dedim. Gözlerim doldu, tuttum kendimi ağlamadım. Donmuş kalemleri sıkı sıkı avuçlayıp, güldüm. Kahkahalarla güldüm. O gece ben, hayatım boyunca gülmediğim kadar çok güldüm..

Tesirsiz Parçalar 246..

246.

Bir gün hepsi birden bozacak bu oyunu. Hepsi birden, birbirlerinden habersiz delirecekler. Yüzüne bakmadıklarınız yüzünüze tükürecek sizler ne olduğunu bile anlamadan. Alış veriş merkezinde tuvaletleri temizleyen abla sabunluğu kezzapla dolduracak. Otobüs şoförünüz kırıverecek direksiyonu şaranpole. Güvenle boynunuzu sunduğunuz berber çırağı usturayı daldırıverecek derinizin altına. Çay getiren garson fare zehiriyle tatlandıracak bardağınızı. Köy pazarından aldığınız organik domatese bir şırınga siyanür zerk edecek köylü teyze. Sitenizin kapısındaki güvenlik görevlisi jopuyla kafatasınızı paramparça edecek. Son anınızda yüzlerine bakacaksınız o ana dek yüzlerine bakmadıklarınızın. Ve onlar hep bir ağızdan diyecekler ki; oyun bozuldu, artık beraber kaybedeceğiz!

NEJAT ALP : SEN GENÇLİĞİMİN KATİLİSİN…




Yer: Yemekli Vagon.
Zaman: Günlerden bir gün.
İçki: Yeni Rakı.
Mevzu: Kadınlar, hayatın anlamı, çocukluk.. Gidişiata ve rakının durumuna göre de yedeğimizde ‘Ne olacak bu Beşiktaş’ın hali ve ulan ülkenin .mına koydular be’ mevzuları var
Tayfa: Ben, Caner, Gürkan Abi.

İlk dubleler hızlıca ve pek konuşmadan içilir her zamanki gibi... Fonda Zeki Müren. Şarkı, ‘Ne Dert Kalır Ne Hüzün.’ Yavaş yavaş güzelleşirken kafalar, laf o malum mevzulara gelir.

“ Zor be abi, çok zor”

“Zor olan ne?”

“ Hiçbir şey kolay değil ki. Bir şey yapmamak, mal gibi gibi bir köşede boş boş oturup duvarı seyretmek istiyorum bazen. Ama o bile zor.”

Ottan boktan şikayet edip hayatın ne kadar da zor olduğundan dem vurmak istemiyorum.Her şey kendiliğinden zorlaşıyor aslında. Çocukluğumdan beri. Hatta bebekliğimden. Çok zor doğmuşum mesela, direnmişim dışarı çıkmamak için. Modern tıbba ve beyaz önlüklülere meydan okumuşum o yaşsızlığımda. Zorla çekip almışlar beni!

İlkokul ikide okulun penaltı turnuvasında üçüncü olmuştum (en az yirmi çocuk arasından hem de) ve onikili kuru boya seti kazanmıştım. Geriye dönüp baktığımda gurur duyarak anlatacağım başka hiçbir şey gelmiyor aklıma. Benim portrem başarısızlığın resmi olur Abidin! Pardon Gürkan abi…

Üçüncü sınıfta bir kıza aşık oldum ve futbol kariyerim bitti. Takdir edersiniz ki sekiz yaşındaydım ve sekiz yaş aşkla futbolu birlikte yürütmek için hayli sıkıntılı bir evreydi. Karar vermem lazımdı. Aşk'ı seçtim ben de. Sınıftaki piçler top oynarken tenefüste, ben şiir yazdım. Ne onların arasından bir tane adam gibi futbolcu çıktı, ne de ben şair olabildim. Kız desen, yüzüme bile bakmadı. Komple başarısız bir nesil olduk çıktık yolunu sikeyim.

Anadolu Lisesi sınavlarına giremedim. Çünkü sınavın olduğu gün maaile uyuyakaldık. Kendim dahil hiç kimsenin kazanacağıma dair umudu olmadığı için de bu uyuyakalmanın lafı bile edilmedi bir daha. Hala zaman zaman hava atarım, "oğlum sınava girebilseydim Galatasaray Lisesi garantiydi ama uyanamadık anasını satayım" diye.

Lise 2’de tekrar aşık oldum. Hayvan gibi hem de. Arkadaşlarım hafif şaşı olduğunu iddia etse de bence sınıfın en güzel kızıydı. Ve işin ilginç tarafı oda benimle inceden ilgilenir gibiydi. Saçma sapan bir pastanede düzenlediği doğum günü partisine beni de davet ettiğinde fark etmiştim bu ilgiyi. Günlerce düşündüm o gün ne giyeceğimi ve ne hediye alacağımı. Kıyafet kolaydı da hediye biraz sıkıntılıydı. Fazla param yoktu. Hatta hiç param yoktu sanırım. Evet evet bildiğin beş parasızdım. Birkaç kişiden yalvar yakar topladığım para şimdiki hesapla bir paket sigara parası ederdi ancak. Yılmadan az parayla etkileyici bir hediya nasıl alınır üzerine kafa patlattım saatlerce. Ve sonunda süper bir fikir geldi aklıma. Koşarak hediyeyi aldım ve gururla pastaneye koştum. Sevindi beni görünce, ya da bana öyle geldi bilmiyorum. Elini sıktım, kutladım ve hediyesini uzattım. Teşekkür ederek aldı ve hemen oracıkta açtı. Sonra kafasını kaldırıp öyle bir baktı ki bana abi, o bakışları bugün bile unutamam.

“Ne aldın lan kıza bu kadar etkileyecek?”

“Nejat Alp Cd’si aldım abi.”

“!!”

“Ne bileyim abi. O an için iyi bir fikir gibi gelmişti. Severdim ben Nejat Alp’i. Şimdi de severim hatta. Ben nereden bileyim kızın arabesk dinlemediğini. “

Susuldu bir süre. Sonra başka başka şeylerden bahsedildi. Beşiktaş mevzusu hiç açılmadı. Bir ara birileri Tayyip falan diyecek oldu ama diğerleri lafın gerisini getirmeye üşendiğinden oradan da bir yere varılamadı. Biraz daha Zeki Müren dinlendi. Sonra hesap geldi, hesaplaşıldı ve herkes ayrı ayrı evinin yolunu tuttu.

Şimdi ağrıdan çatlamak üzere olan zavallı kafamın içinde, penaltı turnuvasındaki rakiplerim, ilkokuldaki kız, Nejat Alp, Yemekli Vagon, Gürkan Abi, koro halinde aynı şarkıyı söylüyorlar: Sen Gençliğimin Katilisin, Çok Geç Anladım…