Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Mart 2011 Perşembe

Tesirsiz Parçalar 28..

Ortada kocaman bir sıkıntı vardı. Yaklaşık iki saattir tek kelime konuşmamışlardı ve iki gün daha konuşmamaları için gereken bütün koşullar oluşmuştu. Adam canı sıkılan bir adamın canının sıkıntısını belli edebileceği her şeyi yaptı. Amaçsızca salonda dolaştı, telefonu alıp hiç gelmemiş mesajları sildi. Bir ara viledayı kavrayıp mutfağın fayanslarını silmeye girişti, ama çok kısa süre sonra viledanın sapını bacaklarının arasından geçirip uçan süpürge muamelesi yaptığını farkedince süratle bundan vazgeçti. Üst üste sigara yaktı, hiçbirini sonuna kadar içmedi. Galiba sigara içmekten çok sigara yakmak istiyordu canı. Sonra eline bir kitap aldı. Ama yaklaşık yirmi dakikadır önsözü okuyordu ve bunun da can sıkıntısını gidermeyeceği çok ortadaydı.. Bütün bu süre boyunca kadın sadece ojeleriyle ilgilendi. Tırnaklarına Rönesans dönemi kilise freski özeni göstererek yavaş ve dairesel hareketlerle saatlerce oje sürdü. Güneş batmak üzereydi. Adam balkona çıktı. Betona bağdaş kurup sözlerini bilmediği eski bir Deep Purple şarkısı mırıldanmaya başladı. Tam o sırada içerden kadının sesi geldi.
Kadın : Çay içer misin ?
Adam : İçerim.
Kadın : Film de almıştım gelirken izleyelim mi?
Adam : Olur.
Anlaşılan, oje seramonisi bitmişti. Adamın canı hala çok sıkılıyordu. Çay içmek istemiyordu aslında, film izlemek de istemiyordu. Ama böyle şeyler söylenmezdi. Sabaha kadar balkonda oturup bilmediği dillerde sözlerini bilmediği şarkılar mırıldanıp peş peşe sigara yakmak dışında hiçbir şey istemiyordu. Ama o kadar özgür değildi. Yavaşça doğruldu yerinden. Mutfakta kadınla göz göze geldiler. Kadın gülümsedi, adam karşılık verdi. Sonra çay suyu koydu kadın, adam da Dvd'yi açıp filmi yerleştirdi. Çay içip, film izlemeye başladılar. Sonra kadın usulca adama sokulup battaniye ile üzerlerini örttü. Başka zaman olsa muhtemelen sevişirlerdi. Ama ortada kocaman bir sıkıntı vardı ve kimsenin bunu dillendirmeye cesareti yoktu. Filmin ortalarına doğru kadının nefes alış ritmi standartlaştı ve adam onun uyuduğunu anladı. Uyandırmamak için azami çaba göstererek çekyattan ayrıldı. Kadın mırıldanarak ve adamdan kalan boşluğa gövdesini iyice yayarak uyumaya devam etti. Adam balkona çıktı. Betona bağdaş kurup biraz önce mırıldandığı ve sözlerini bilmediği Deep Purple şarkısını hatırlamaya çalıştı. Çok uğraştı ama bu kez melodiyi bile çıkartamadı. Olsun dedi kendi kendine, Orhan Gencebay'da olur...

30 Mart 2011 Çarşamba

Tesirsiz Parçalar 26-27

26.
Bana empati yapma ben küçükken
ben küçükken çok kuş vurdum iyi adam değilim.
Geliştirdiğim duyarlılıkların alayını toplasan
kanadını kanattığım tek bir serçe yavrusunu iyi etmiyor.
Bana saygı soslu veda nutukları atma
sıkıyorsa diş gıcırdatmalarımı taklit et de görelim
Görmüyor musun bir tırnak kendi etini parçalıyor
sen kalkıp beni üzmemekten bahsediyorsun.
Bana ders vermeye kalkma ben dersimi
yıllar önce tek başıma çizgi film izlerken aldım.
Çünkü annesi çok meşgul olan çocuklar
oturup tek başlarına çizgi film izlerler.
Bana empati yapma çünkü annem,
Annem empatinin ne olduğunu bilmiyor..


27.
Kadıköylü bir şairin dediği gibi : Umutsuz bile değilim..

26 Mart 2011 Cumartesi

Tesirsiz Parçalar 19-25..

19.
Kararlı ol olur mu? Ve bundan sonra söyleyeceğim hiçbir şeye kulak asma. Hatta dinleme bile beni. Ben şimdi şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırırım, görmezden gel. Bir kez daha konuşmak isterim, konuşma. Son kez derim, inanma.. Asla son olmaz. Son konuşma yapılamayan konuşmadır sadece iyi biliyorum. Biliyorum ama bilmiyormuş gibi davranmayı sürdürürüm bir süre. Sorular sorarım sana, cevap verme. Tutamayacağımı adım gibi bildiğim sözleri peş peşe sıralarım. Kızarım, ağlarım, yumuşarım sonra. Önceleri yalvarırım, olmazsa tehditler savurmaya başlarım. Kaybetmek üzere olan bir adamın can havliyle sergileyeceği bütün numaraları tek tek denerim ben şimdi. Kanma. Şu an değil belki ama ilerde hak vereceğim sana. Doğru olanı yaptı diyeceğim, olması geren buydu. O an ne zaman gelir bilmiyorum, ama o zamana kadar söylediğim hiçbir şeye aldırma..

20.
Aniden olup biten şeylerle başa çıkmak sanıldığından daha kolay aslında. Hiç istemediğin, hazır olmadığın hatta asla kabul edemeyeceğini düşündüğün herhangi bir durumla birdenbire karşılaşınca dengen bozuluyor haliyle. Ama bir süre sonra direnç göstermeye başlıyorsun. Eğer ne olursa olsun kabul edemeyeceğin bir şeyse başına gelen ve direnecek gücün yoksa bile kabullenmemek, delirmek hatta kendini öldürmek gibi seçeneklerin her zaman var. Ve reddetmek, delirmek ya da ölüm kaybederken kazanmak anlamına bile gelebilir belki. Hiçbir durumda mağlup olmazsın. Ya üstesinden gelirsin başına gelen şeyin ya da çekip gider, reddeder, farklı bir bilinç durumuna bürünürsün ( farklı bilinç durumu demek delilik demekten daha sevimli mi ne?) Ama o şey birdenbire ortaya çıkmadıysa, aniden üstüne atılmadıysa, yavaş yavaş sızdıysa hayatına hatta neredeyse tatlılıkla sokulduysa.. 'sabırlı bir yılan gibi büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işlediyse, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; dirençli ve sabırlı, incecik, ruhunun kuytularını, yalnızlığından aldığın keyfi, tavandaki çatlakları, kitaplığındaki son boşlukları, çatlak aynadaki yüzünün kırışıklarını ele geçirip lavabodaki musluktan damlayan suyun içine girdiyse'.. Farkettiğin an reddetmek ya da delirmek ya da ölmek için çok geçtir artık. Reddedemezsin; çünkü varoluşun dahil her şeyini onunla tanımlamışsındır farkında olmadan.. Deliremezsin; deliren bir deli aslında akıllanmış olur ve böyle biri iyiliği hakedecek kadar iyi şeyler yapmadığın kesin.. Ve ölemezsin, çünkü içine sızdığı her şeye bıraktığı korkaklık afyonu bütün hücrelerine işlemiştir. Çaresizce kabullenmekten başka seçeneğin kalmaz. Mağlup olmuşsundur. Başka türlü bir oyun başlar artık ve kendi hayatını tatsız bir film gibi izlersin..

21.
Oysa bütün istediğin kıpırtısız bir hayattı. Sakin, dingin, hareketsiz. Mutlu olmaktan çoktan vazgeçmiştin, istediğin tek şey huzurdu. Huzurun yolu da mutlak eylemsizlikten geçiyordu. Ama ne zaman, ne eşya, ne de o izin verdi buna. Her şeyin tabi olduğu değişim yasalarından hayatını kurtaramadın. Alışkanlıklarını korumak pahasına direndiğini zannettiğin değişim yavaş yavaş sana ve eşyaya gününü ve gücünü gösterdi. Ne büyük ideallerin vardı ne kahramanlık hayallerin. Basit bir hayat, basit insanlar, zamanın ağır aktığı Safranbolu gibi bir yer ve ölürken bile kimsenin düzenini bozmayacak kadar farkedilmeyecek bir yaşam.. Kurduğun hayallerin bile tek bir ortak noktası vardı. Basit, sıradan, sakin bir hayat.. Buna benzer bir şey kurduğunu zannetmiştin bir süre ama her sıradan insanın başına gelen senin de başına geldi. Kendi ellerinle kurduğun düzen başka eller tarafından yıkıldı. Birdenbire olsaydı bu, bir yolunu bulur başederdin, baktın olmadı kaçar giderdin. Ama yavaş yavaş oldu her şey. Usulca sokulurken hayatına, öyle güzel becerdi ki kendisini yadırgatmamayı, masanın üzerindeki biblonun yerini değiştirmek için bile aylarca doğru anı bekleyen sen hiçbir tuhaflık sezmeden yavaş yavaş aldın onu hayatına. Her gün bir adım attı. Sezmişti belki sendeki ürkekliği, hiç gürültü yapmadı. Öyle bir an geldiki sonra, sanki o, zamanın başlangıcından beri seninleydi. Ruhun bedene girmeden önce onunla beraberdi sanki, öyle hissetmeye başlamıştın. Alışkanlıklarının bozulmasına izin vermeyecekmiş gibi davranıyordu, kanda yavaş yavaş yayılan morfin gibi dağıldı tüm hücrelerine.. Ve her şeyin farkına vardığında artık çok geçti.. Birdenbire olsaydı keşke.. Keşke aniden karşına çıksaydı. Reddedebilir, kaçabilir, yokmuş gibi davranabilirdin o zaman belki. Olmadı. Yavaş yavaş girdi hayatına, ve sen durumu farkettiğinde hayatın artık sana ait değildi..

22.
Büyüdükçe bir şeyi şaşkınlıkla farkettim. Diğerleri hakkında çocuk aklımla vardığım yargı doğruymuş. Büyüklerin dünyası gerçekten çok sıkıcı ve üzüntüden başka hiçbir vaatleri de yok. Ve bu durumla baş edebilmemi sağlayan, tam olarak onlardan biri olamasam bile içlerinde, kıyıda köşede bir yerlerde çıldırmadan yaşayabilmemi sağlayan yegane dostlarım hala kitaplarım. İyi kötü ayrımı yapmadan sahip olduğum ve okuduğum bütün kitaplarla yaşamım boyunca hep gurur duydum. Ama bazı kitaplar, daha doğrusu benim o kitaplarda bulduklarım diğerlerinin hep bir kaç adım ötesindeydi. Ve zamanla okuduğum kitaplarla içinde bulunduğum ruh hali arasında simetrik bir uyum ortaya çıktı. Bugün de oynamayı sürdürdüğüm keyifli bir oyun keşfetmiş oldum böylece.. Hala canım çok sıkkınsa Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okurum. Holden ile birlikte masumiyetin kayboluşunu ve bunun insanı delirten trajedisini yaşarım. Çok öfkeli olduğum zamanlar George Perec okurum. Dehası ve okuyan herkesin sinirini bozacak ukalalığı onunla birlikte bütün dünyaya meydan okuyormuşum gibi bir hisse sürükler beni. Kendimi çok yalnız hissettiğimde Tutunamayanları okurum. Selim' in herkesin gözünün içine yalvararak bakıp "canım insanlar" demesi ama hiç kimsenin durup onu anlamaya çalışacak kadar vaktinin olmaması ruhumda bir yerlerin çivisini söker. Aşık olduğum zamanlar Marcel Proust okurum. Dev eseri Kayıp Zamanın İzinde etrafımızda gördüğümüz her şeyin, her ayrıntının edebiyatta ve yaşantımızda bir değeri olduğunu ve bütün güzelliklerin de ayrıntıların arkasına saklandığını anlatır bana. Hiçbir şey hissetmediğim zamanlarda da Ahmet Hamdi okurum. Huzur ya da Saatleri Ayarlama Enstütüsü benim için zamanın durduğu ve onlar elimde olduğu sürece hiç akmayacağı kutsal birer objeye dönüşür..

23.
Hayatın boyunca hep çok konuştuğundan yakınılan sen, farkettin ki o güne kadar hep konuşmuş, fakat hiç anlatmamıştın. Hayatla ve insanlarla arana çektiğin çizginin diğer tarafından konuşmuş, söyleyeceklerini anlamaya bile çalışmayacaklarından emin olduğun için, içte içe onlarla dalga geçip canının istediği gibi davranmayı alışkanlık haline getirmiştin. Nasıl da canını yakıyordu bu halin. Oysa o kadar çok ihtiyaç duydun ki onlara, umurlarında olmadığını anlamak başlarda çılgına çevirmişti seni. Sonraları bu acıyı onlarla dalga geçerek ortadan kaldırdığını zannetmiştin. Ama kalkmamış. Bak görüyor musun? Bir taraftan kanayıp bir taraftan anlatıyorsun. Sanki karşında sadece o değil, hayatın boyunca seni anlamaya çalışmamış herkes var. Hayatının kuytularında kalan ve kimselerin bilmediği his ve yaşantılarını birer birer bütün çıplaklığıyla dökerken ortaya; ağır bir günahın vebalini tek başına taşıyamayan birinin çaresizlik içinde diz çöktüğü rahibin karşısında, hiçbir şey saklamadan beynini kemiren her şeyi teker teker sıralarken yaşadıklarını anımsatan bir sahne yaşanıyor..

24.
ben ki senin için çok cumalar kaçırdım
uğruna bozduğum abdestleri değme sular aldıramaz !
ensenin bitip saçlarının başladığı yer
ilelebet yurt olur diyordum ya ruhuma
o ruh iflah olmaz bundan sonra
ve bil ki artık
gülümseyerek başını okşamadan geçtiğim
her bebeğin vebali boynuna..

25.
Yanılmıştık. Ve bunu fark ettiğimizde şunu da çok iyi biliyorduk. Açığa çıkan bir yanılgı daha fazla görmezden gelinemezdi. Geriye tek bir şey kalmıştı; bitirici darbeyi kimin indireceği. Ben o kadar cesur değildim, çayla oyaladım kendimi bir müddet. Sen ise yalan da olsa kurulu bir düzeni yıkmaktan imtina ediyordun. Belki de yeni bir hayata başlamak için şarj ediyordun kendini gizli gizli kim bilir? Ben mütemadiyen çay demledim, sen ojelerinle meşgul oldun. Derken birgün kaçınılmaz olan gerçekleşti. Yüzüme bile bakmadan mırıldanır gibi açık pembe ojenin yakışıp yakışmadığını sordun. Ben de açık pembe ojeden nefret ettiğimi söyledim. İkimiz de o an fark etmiştik bunun son konuşma olduğunu. Sonra sen usulca kalkıp eşyalarını topladın ben de çayın altını kapattım. Sonra başka ufak tefek şeyler de girdi tabi araya ama artık her şey teferruattı..

(Severdim aslında açık pembe ojeyi. Ve sen daha dış kapıyı kapatır kapatmaz tırnağınla etinin arasındaki imkansız incelikte çizgiyi özlemeye başlamıştım bile. Ama artık bunun bir önemi yok. Yanılmıştık. Ve hiçbir yanılgı sonsuza kadar görmezden gelinemezdi.)

19 Mart 2011 Cumartesi

Tesirsiz Parçalar 16-18..

16.
Gerçek aşk, hiçbir şey yapmamaktır. Bir şeyler yapmak kolay; aramak, ağlamak, yalvarmak, kızmak, yalan söylemek, dünyayı yerinden oynatmak.. Zor olan bunların hepsini yapmaya gücün yetecekken hiçbir şey yapmamaktır. Beklemektir zor olan, herhangi bir beklentiye sığınıp yaslanmadan beklemek. Hiçbir şey ummadan, hiçbir şeyi değiştirmeye kalkmadan, gücünü sadece masumiyetten alan ve sabırla beslenen..

17.
L.F.Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk kitabının bir yerinde 'Aşk da var' diyen Arthur'a Bardamu'nun ağzından yanıt verir. 'Arthur, aşk dediğin şey sonsuzluğun kanişlerin ulaşabileceği bir düzeye çekilmesidir, benimse bir onurum var..' Yorum.. Yok..

18.
Her işleri kolayca oluyor, bunu yaşam felsefesi yapmışlar. Kolayca aşık oluyorlar, kolayca seni seviyorum diyorlar, kolayca vazgeçiyorlar sonra da. Çektikleri acı da çok kolay oluyor haliyle, unutmaları da. Kendileri gibilerden oluşan kalabalığın içinde takılıp kalmadan tüm sahtekarlıklarıyla yaşarlarken ara sıra benim gibilerle karşılaşıyorlar ve çok sürmeden bünyeleri hata veriyor. Başta tuhaf biriyle karşılaştıkları ve bu durum ilginç geldiği için egzotik bir hayvana yaklaşır gibi temkinli tavırlarla sokuluyorlar. Ama sonra tehlikenin farkına varıp usulca sıvışıveriyorlar. Benimse kulaklarımda söyledikleri sözler çınlamaya devam ediyor. Olası hatalar için hep yedek bir hayat tutuyorlar bir taraflarında kimselere farkettirmeden ve canları sıkıldığında diğer yaşantılarından devam ediyorlar. Kendine ait bir hayata bile sahip olamayanlar ise ancak ayrıntılara boğarak yaşamlarını bu aldatılışı düşünüp çıldırmadan yaşayabiliyorlar..

18 Mart 2011 Cuma

Beklemek..

- Gitti..
- Sen ne yaptın?
- Hiçbir şey
- Hiçbir şey mi?
- Ağladım sadece. Önce sessiz sessiz ağladım, ses çıkartmadan ve gözyaşlarımı akıtmadan; sonra bağıra bağıra ağladım. Bazen sadece gözlerimle bazen de bütün vücudumla sarsıla sarsıla.
- O ne yaptı peki?
- Bana mı?
- Sana, kendisine.. Neden gitti yani?
- Bilmem.. Gitmesi gerekiyormuş. Kafası karışıkmış, kendini iyi hissetmiyormuş benim yanımda.
- Sevmiyor muymuş seni?
- Seviyormuş aslında, ama kafası karışıkmış işte.
- Tutsaydın ellerinden, bırakmasaydın. Gözlerini gözlerinden kaçırmasına izin vermeseydin. O zaman gidemezdi belki.
- Denedim. Ama beceremedim. Gücüm yetmedi.
- Ama böyle de olmaz, gidelim hadi..
- Nereye?
- Kimsenin kimseyi üzmeyeceği bir yere. Üzüntünün tedavülden kalktığı bir yere. İnsanların ağızlarından çıkan her sözün doğru olduğu, sevmenin gerçekten sevmek anlamına geldiği bir yere..
- Var mı öyle bir yer?
- Var.. Ama biraz uzak. Üstelik geri dönmek de mümkün değil.
- İsterdim. Ama.. Gelemem.
- Neden?
- Beklemem lazım.
- Onu mu?
- Evet.
- Gelir mi? Döner mi tekrar?
- Bilmem..
- Neden bekliyorsun o zaman?
- Belki gelir. Belki ne olursa olsun umudumu kesmediğimi, ağlamamın vazgeçmek demek olmadığını, eğer geri dönerse yaralarını iyi edebileceğimi fark eder. Yalnız kalınca içi acır belki onun da. Eksikliğimi hisseder. Ensesine dokunmamı, saçlarını okşamamı ister belki. Belki gelir.. Gel der belki..
- Ya gelmezse?
- Beklerim ben. Usul usul beklerim. Ses çıkarmadan, sadece yağmurlu havalarda ağlayarak beklerim. Hem ya gelirse.
- Haklısın. O zaman gelmiyorsun benimle?
- Hayır..
- Hoşça kal o zaman.
- Bakalım..

15 Mart 2011 Salı

Tesirsiz Parçalar 11-15..

11.
Bazen öyle olur. Normal şartlarda dünyayı yerinden oynatacak kadar kuvvetli hissetsen bile kendini, bazen parmağını oynatamazsın. Oysa tek bir kelimeyle her şeyi yoluna sokmak mümkündür. Tek bir 'kal', 'gitme', hatta 'lütfen' yetecektir aslında. Ama işte bir şey olur ve sen ağzını bile açamazsın. Bir yerde okumuştum, nerede emin değilim şimdi. Diyordu ki adamın biri, "hala geçmişe dair ümitlerim var.." Bundan büyük ironi olabilir mi? Geçmişe dair ümitleri olan adam, geçmişe takılıp kalmış demektir. Ve geçmişe takılıp kalan birini bekleyen bir gelecekten de bahsedilemez. Çok tehlikeli bir ruh halidir bu. Süratle kurtulmak gerekir. Ama bazen olur öyle, kurtulamazsın..

12.
Kimseyle konuşmuyorum. Böyle daha iyi oluyor sanki. Bir anlamı olduğundan değil. Konuşamadığımdan da değil. Canım istemiyor sadece. Aslında canım isterse bir saksı bitkisiyle hava durumu hakkında bile konuşabilirim. Ama hiç canım istemiyor işte. Sahiden de hiçbir şey söylemeden susarsam ne demek istediğim anlaşılabilir mi ki?

13.
Hiç kimse hayat kadar sert vuramaz derdi Rocky Balboa. Haklıymış lan..

14.
Beş yaşında en büyük hayali ninja kaplumbağa olmak olan, sekiz yaşında bunun imkansız olduğunu farkedip Jedi olmaya karar veren, otuz iki yaşında da hala cisimleri düşünceleriyle hareket ettiremediğini ve insanların gerçekte ne düşündüğünü asla anlayamayacağını farkederek pes eden biri olarak diyorum ki! Hayat insanın doğasına ters. En azından, benimkine..

15.
Gitmesen.. Kalsan benimle.. Gelirdim peşinden ama o kadar yorgunum ki.. Hem gidilecek yer çıkılacak yol kalmadı.. Bir masala sadece anlatan inanırsa masal masal olmaktan nasıl kurtulur..? Gitmesen.. Ben sana masallar anlatsam, sen de inansan..

14 Mart 2011 Pazartesi

Tesirsiz Parçalar 6-10..

6.
O zaman şöyle yapalım, sen şimdi bana bir çay koy, ben de senden bir sevgili yapayım. Hem tecrübeli sayılırız, çocukluğumuzda tahta oyuncaklardan canlı arkadaşlar yaratabiliyorduk kendimize. Belki de o kadar büyümemişizdir ne dersin?

7.
Geçmez işte. Geçmiyor.. Hadi geçmiş neyse de, gelecek için bile umudu kalmayınca insan ölmüş oluyor. Ontolojik olarak ölmüş olmadığından öldüğüne kimseleri inandıramıyorsun. Çünkü 'ruh ölümünün' cenaze namazı kılınmıyor. Sonrası laf işte.. eğer kötü bir hayat yaşadıysan hiçbir iyi dilek yardım edemiyor sana. Ve hayatına bir şekilde dokunmaya çalışan herkesi kendin gibi mutsuz ediyorsun..

8.
Eskimolar kar yağma çeşitlerini 75 kelime ile ifade ederlermiş. Hayatları kar içinde geçtiğinden sanırım. Bizde de tuvalet onlarca farklı kelimeyle ifade edilebiliyor. Tuvalet, hela, wc, abdesthane, ayakyolu, yüz numara, kenef, kubur, memişhane. v.s.. Nasıl bir hayat yaşıyorsak artık..

9.
Yüz bilmem kaç bin kelime var Türkçede. Ve içlerinde en çok benimsediğim ikisi "hayal kırıklığı". Orta büyüklükte iki kelimeden oluşan bu söz öbeği kişisel tarihimi bir çırpıda özetliyor aslında. Hayalle başlayan her şey kırılır ve biter.. Hayal ve kırılma; varlık ve yokluk gibi diyalektik dengenin birer tezahürüdür..

10.
Yarım saat kadar süren ontolojik hesaplaşmamın ve etraftaki nesnelerle empati kurma çabalarımın sonucunda kendimi özdeşleştirebildiğim yegane nesnenin "bekar evinde kullanılıp bir köşeye fırlatılmış bulaşık süngeri" olduğunu farkettim. Şimdi bu durumdan bir sürü varoluşçu bilinçaltı analizi çıkartılabilir ama bu akşam öyle sikindirik şeyler yazmak niyetinde değilim. İstesem çıkarırım ama hiç uğraşamayacağım şimdi..

Tesirsiz Parçalar 1-5..

1.
Oktay Rıfat hep içimi acıtmıştır benim. Şiir tarihimizin en yetenekli isimlerinden biri olmasına rağmen hakettiği ilgiyi bir türlü göremedi, gölgede kaldı hep. Orhan Veli ve Melih Cevdet ikilisin ardından anıldı adı. 'Garip' şiirinin en afili abisiydi oysa.. Orhan Veli genç yaşta ölmüş olmanın kaçınılmaz popülerliğinden, Melih Cevdet sonradan olma solculuğundan çok ekmek yedi. Orhan Veli'nin hakkını yememek lazım tabi ama erken ölümü üzerine etrafında oluşturulan bohemist etiket şiirinin ötesine geçti. Melih Cevdet ise özellikle Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladıktan sonra hatırı sayılır bir kitlenin desteğini aldı. Ve pek çok türde eser verdiği için de uzun ömrü boyunca ilgileneni hiç eksik olmadı. Oktay Rıfat ise ne erken öldü, ne bir klana dahil etti kendini ne de tutunamayan/bohem fuları takıp edebiyat gecelerinde arz-ı endam eyledi. Uzun yaşadı. Devlet memuruydu. Evliydi ve karısını çok seviyordu. En güzel şiirlerini onun için yazdı. Düz bir adamdı yani. Yaşamında büyük hayal kırıklıkları, çalkantılar, görkemli kayıplar v.s olmadığı için belki kimselerin çok fazla dikkatini çekmedi. Sıradan bir insandı, sıradan yaşadı ve öldü. Ama yazdıkları, Türkçe'nin ekonomik kullanıldığında nasıl da büyülü bir dil olduğunu, anlamak isteyen herkese kanıtladı.. 'Karıma' şiirinin son iki dizesi bile Oktay Rıfat'ı sevmek için yeterli sebep sayılabilir..

"Mutluluk bir çimendir, bastığın yerde büyür
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir.."
Karısının kulağına fısıldadığı küçücük dizeler, bu nasıl sevmek böyle dedirtir adama, isyan ettirir, yazmaktan soğutur. Biliyorum ki hayatlarını şiir yazmaya adamış koca koca adamlar yüzlerce sayfa yazmışlar ama ömürleri boyunca o tek satırın yanına bile yaklaşamamışlardır.
"Başkaları gitmiş olur gidince,
'Bir sen yakınsın uzakta kalınca'.."

2.
M.E.B yüz temel eser listesi yayınlamıştı. Epeyce de tartışılmıştı tabi listeye giren ve gir-e-meyen eserler. Kitap söz konusu sonuçta, bu işin iyisi kötüsü olmaz. Ama bir de uzak durulması gereken kitaplar listesi hazırlasalarmış keşke. Öyle kitaplar var ki, mazallah çocukların eline geçer, okumaya kalkarlar, huzurları kaçar. Hayal dünyaları gelişir, edebiyatın her zaman pak temiz sözcüklerle yapılamayacağını fark ederler. Uzak dursun çocuklarımız neme lazım. Naçizane uzak durulması gereken kitaplar listemin bir kısmı aşağıdadır efendim. Umarım birilerinin dikkatini çeker..

J. Kerouac- Yolda
J.D.Salinger- Çavdar Tarlasında Çocuklar
C.Palahniuk- Bütün Eserleri :)
Oğuz Atay- Tutunamayanlar
Sevim Burak- Yanık Saraylar
Leyla Erbil- Hallaç
C.Bukowski- Kasabanın En Güzel Kızı
F.K.Barbarosoğlu- Hiçbiryerde
İbrahim Yıldırım- Bıçkın Ve Orta Halli
Ali Teoman- Uykuda Çocuk Ölümleri..

3.
İkindi vakti ikinci şişe birayı da içmişseniz o an hayattaki en büyük pişmanlığınız neden gelirken 'iki bira daha almadığınız' dır. En güzel ihtimal de dolapta unutulmuş bir biraya rastlama ihtimalidir. Bu pişmanlıkla boğuşurken telefonunuzun çalması sizi normalden daha çok heyecanlandırır. Karşınıza çıkan servis operatörünün cazip teklifi ise çileden çıkarır, ama nihayetinde sizi arayan canlı bir insandır ve bu bir taraftan da kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. O size ayrıcalıklı tarifeleri anlatırken siz içinizden ona şiirler okur ve gülümsersiniz. Ayrıca fonda Orhan Gencebay varsa ve peynir ve soğan aromalı patates cipsinizin yarısından fazlası pakette duruyorsa, hayat düşündüğünüz kadar boktan olmayabilir..
Dolapta bira yokmuş.. Hayat çok boktansın lan!!

4.
Hayallerindeki adam olmadığımı anladığında beni değiştirmeye çalışacağına, susarak bir duble rakı içseydin benimle bir çok şey kendiliğinden değişirdi. Yanıma, kırılacağı baştan belli hayallerle sokulacağına oturup birer bira içseydik keşke. Hiç değilse içer misin diye sormadan çay suyu koysaydın ocağa. Sen suyun kaynamasını beklerdin ben seni beklerdim ve aradaki boşluğa bir aşk ihtimali sıkıştırırdık..

5.
Latin Amerika edebiyatı ciddiye alınmalı. Neruda, Marquez ve Borges dışında pek bilinmez ülkemizde nedense. Oysa söz gelimi Llosa seksen sonrası dünya edebiyatının en sağlam kalemlerinden biri (gerçi en son nobel edebiyat ödülünü o aldı, dolayısıyla satışları biraz olsun artmıştır diye umuyorum) ve Can yay. neredeyse bütün kitaplarını yayınladı. Sonra Cortazar var. 62 Maket Seti ve özellikle Seksek edebiyat tarihine şimdiden adını yazdırdı. Carlos Fuantes, sadece son kitabıyla bile ne kadar önemsenmesi gereken bir yazar olduğunu dosta düşmana gösterdi. Anti-emperyalizmi sonuna kadar savunan ve bunu yaparken de toplumcu gerçekliğin popülizm tuzağına düşmekten usta manevralarla sıyrılan büyük usta sadece Meksika insanın değil bütün sömürülen ülkelerin trajedisini anlatıyor aslında. Ayrıca da yarattığı dil ve kelime oyunlarıyla iyi edebiyatın büyüsünü okuyan herkese sonuna kadar hissettiriyor. İnfante'nin Kapanda Üç Kaplan'ı belki de James Joyce ya da Georges Perec ayarında devasa yazarların yapıtlarıyla karşılaştırılabilecek ve bu karşılaştırmadan hiç de mağlubiyetle ayrılamayacak kadar güçlü bir eser. Kitabın kahramanı Havana; kullanılan dil sokak Kübacası. Küba'nın başkenti Havana'nın devrim öncesi gecelerinden bir tanesini anlatıyor aslında kitap. Yer yer kelime oyunlarıyla zorlasa da okuru son sayfayı okuyup kitabı kapattığınızda hissettiğiniz tek şey sarsıntı oluyor, çok ciddi bir sarsıntı..
Özet : Latin Amerika edebiyatı iyidir, özellikle bize çok yakındır. Arjantin'in, Meksika'nın, Şili'nin ya da Peru'nun çocuklarının hikayeleri, Anadolu insanına hiç ama hiç yabancı değildir. Hatta arada bir tür akrabalık bile vardır..

8 Mart 2011 Salı

Gardaki Çocuk..

Çocuğun canı sıkkınmış
ne yapmışsa sıkıntıdan
oyuncakları kırılmış
sıkıntısı belki ondan

kendi elleriyle kırmış
bütün oyuncaklarını
annesini çok ağlatmış
anlatmamış acısını

çocuğun sevdiği kız
başkasını seviyormuş
kızamayınca o kıza
oyuncaklarını kırmış

kaçmış sonra herkesten
tren garına saklanmış
gece uzanmış raylara
çocuk artık tren olmuş

üzemezmiş kimse onu
artık ona acı yokmuş
tren raylarında çocuk
kendisinden kurtulmuş..

6 Mart 2011 Pazar

İçinden Trenler Geçen Bir Kitap..

Uzun zaman sonra ilk kez bir kitabı bitmesin diye yalvararak okuyorum. Ağır ağır okuyorum, sindire sindire. Dergide tanıtımını görür görmez vurulduğum, elimde dergi koşarak İnsancıl'a girdiğim ve 'Serhan ben bunu istiyorum' diyerek küçük çaplı bir velveleye neden olduğum kitap (gerçi o an yokmuş ellerinde, sipariş verdiler dört gün sonra geldi)şu an elimde ve ben neresinden okuyacağımı şaşırıyorum..
"..Bense bu kırık çocuk kalbimle içinden tren geçen her şeyi sevdim, hepsine yetişmeye çalıştım, geç kaldığım da olmuştur olmasına da, ama bilinsin isterim ki hiçbir treni bekletmemişimdir, trenler beni beklemezken ben çok tren beklemişimdir, beklediklerimin çoğu da gelmiştir şükür, bazılarıysa geçmiştir, şükür.. Kendini sevmek için otomobil, şehirleri sevmek için otobüs, bir ülkeyi sevmek içinse tren şart. Dünyayı sevmek içinse uçak gerekir.Memleketi o kadar çok sevseydik bu kadar tren yoksunu olur muyduk? Tren bir evdir çünkü, memleket kadar büyük bir ev. İçinde herkese yer vardır. "
Haydar Ergülen, kalemine ve şiirine meftun olduğum bir yazardır zaten. Üstelik hemşerimdir, Eskişehirlidir ve Eskişehir aşığıdır. Bu bile kitabın ilgimi çekmesi için yeterli olabilirdi aslında. Ama kitabı elime alır almaz ustayla tanışıklığımın bu kadarla sınırlı ol-a-mayacağını anladım. İçinden tren geçen her satıra çocukluğumdan beri düşkündüm ben. Ve şimdi elimde içinden tren geçen kocaman bir kitap var. Eline sağlık Haydar Ergülen..
"..Hepimiz o trenlerin içindeyiz ve aynı istasyondan geçiyoruz. Bazen de hiçbir yerden gelmeyen ve hiçbir yere gitmeyen bir tren özlemiyle de durduğumuz oluyor o istasyonda. O zaman, 'zaman' diye bir anıyı çalışmaya başlıyoruz içimizde, belleğimizde ve 'kader saati' diyoruz o kısacık an'a. Ve bunu söyler söylemez de çoğunlukta kalıyoruz. Bazen çoğunlukta kalmakta azınlığa sayılır. Biz 'çoğunlukta kalanlar', hani o 'kader istasyonu'ndan geçenler, sırasını bekleyenler, bilet arayanlar, ayakta gitmeye razı olanlar, bütün şehirlerden uykulu geçenler, gözü uykudan başka hiçbir şehir görmeyenler, bir bakıma kader yolcuları yani.."
Haydar ERGÜLEN- TRENLER DE AHŞAPTIR- Kırmızıkedi Yay. Şubat-2011