Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

29 Ağustos 2010 Pazar

Tuhaf..

Neden böyle oldum ben? Bilmiyorum belki de böyle doğdum. Yok yok biliyorum böyle doğmadım aslında. Daha doğrusu annem biliyor böyle doğmamışım. Başlarda her şey yolunda gidiyormuş. Ama daha sonra değişen koşullar yüzünden yoldan çıkmış olabilirim. "Bu çocuk bir tuhaf" lafını ilk kez ne zaman, kimden duydum hatırlamıyorum. Ama zamanla öyle çok söylenmeye başladı ki kabul etmek zorunda kaldım, evet "bu çocuk bir tuhaf".. Susadığını söyleyen kardeşime koşarak çamaşır suyu getirip içirdiğimde ve ses tellerinin birazcık yanmasına neden olduğumda annemin gözlerinde gördüğüm dehşet ; kibritlerin uçlarındaki yanıcı maddeyi teker teker kazıyarak elde ettiğim cephaneyi karınca yuvalarına akıttıktan sonra inceltilmiş kağıt marifetiyle ateşi yuvanın içine sokup yanmasını seyrederken ve zafer naraları atarken etrafta beni izleyen çocukların birer ikişer kaybolması; elimdeki muza yiyecekmiş gibi bakan komşumuzun kızını siktir git benim muzum bu diyerek kovaladığımda sesleri duyan babasının bana doğru gelirken çıkardığı kükrememsi ses ve daha pek çoğu.. Evet insanlar sadece sözleriyle değil bakışları, davranışları ve çıkardıkları anlamsız sesleriyle bile belli ediyorlardı "bu çocukta bir tuhaflık" olduğunu. Zamanla yakın çevremden orta-uzak çevreme kadar pek çok alanda tuhaflıklarım anlatılmaya başlanmıştı. Anne babalar çocuklarının benim gibi olmaması için onlara nasihatler veriyor, yaptığım tuhaflıklardan yola çıkarak nasıl normal çocuk olunacağını ve normal çocuk olmadıklarında başlarına neler gelebileceğini benim üzerimden uygulamalı olarak gösterebiliyorlardı. Tamam tamam biraz abartıyorum belki, ama buna yakın şeyler yaşandığından eminim. İçinde bulunduğum her ortamda tuhaflığım çabucak farkediliyordu. Peki ben tuhaf olduğum için mi herkes bana tuhaf diyordu yoksa herkes bana tuhaf dediği için mi ben tuhaf olmuştum. Freud sağ olsaydı da bir baksaydı keşke. Neyse olan olmuş zaten. Ama bir şeyi bütün insanlığın kabul etmesi gerekiyor. Tamam ben tuhaftım, ama bazen hiç kimsenin başına gelmeyen tuhaflıklar da benim başıma geliyordu. Şimdi bunların detayına girmek istemiyorum ama çoğu zaman bir yerde birinin başına olmayacak bir şey gelecekse o kişi hep ben oldum. Saatlerce bekledikten sonra tam sıra sana geldiğinde konser biletinin bitmesi gibi bir şey bu; ya da Atm deki son parayı önündeki adamın çekmesi gibi bir şey.. Buna benzer durumların zaman zaman herkesin başına geldiği gibi seninde başına gelmesi tesadüftür, sık sık başına gelmesi şanssızlık, sürekli başına gelmesi ise.. Evet onun adı tuhaflıktır işte. Şimdi ben tuhaf olduğum için mi buna benzer şeyler hep benim başıma geliyor ya da buna benzer şeyler hep benim başıma geldiği için mi ben tuhaf biri oldum. Aman be Freud, ne kadar da zamansız ölmüşsün öyle. Bu işi çözsen çözsen sen çözerdin.

27 Ağustos 2010 Cuma

Rüya öldü.. Sen gittin..

Sığınabileceğim bir yenilgi bile yok. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Keşke büyük yanlışlar yapsaydım sana. Yanlışlıkla başlamıştı oysa hikaye. Sonra ben her şeyi doğru düzgün yapmaya çalıştım. Düzgün bir adam olayım istedim ilk kez. Öyle şeyler yapayım ki benimle gurur duy. Kafan hiç karışmasın, bir an bile tereddüt etme. Olmadı.. Benim kendimde beğenmediğim ne varsa seni onlar baştan çıkarmış meğer. Ben derleyip toparladım derken kendimi, "sen artık başka biri oldun" dedin ve gittin. Büyük kavgalar etseydik keşke seninle. Küçük tartışmalarla törpüleyip bütün öfkemi, yordum başından beri kendimi. Sonra asıl meseleye geldik. Ama benim kavga edecek gücüm kalmamıştı. Ben sustum, sen gittin. Günün birinde alıp başını gideceğinden çok korktuğumu söylemiş miydim sana? Ama sen zaten biliyordun bunu, bildiğin halde gittin. Rüya'ya da en çok ölümden korkutuğumu anlatmıştım. O zamanlar ölümden korkuyordum ben. O da bunu bildiği halde öldü. Tabi bu ölümün hesabını soramadım kimseden. Senin gitmene de karşı çıkamadım. Ve sen benim sana karşı çıkamayacağımı, çünkü bunu beceremeyeceğimi biliyordun. Beni yalnız bıraktığın için fazla üzgün de görünmüyordun. Ölenlerin, yaşadıkları için yaşayanlara acımadığı gibi.. Yaşayanlar ölenlerin arkasından üzülür mü yoksa utanır mı merak etmişimdir hep. Sanki ölenin arkasından yaşamaya devam edenler kimseye belli edemedikleri bir utanç içinde gibidirler. Mezarlık ziyaretlerinin olabildiğince seyrek ve kalabalık yapılması da bununla ilgili sanki.Utançlarını kalabalık içinde saklamaya çalışıyor gibiler. Sen öldün.. biz yaşıyoruz.. aslında çok üzgünüz.. Ama hayat devam ediyor -uykumuz geliyor-karnımız acıkıyor-sevişmek istiyoruz- para kazanmamız lazım.. Tıpkı bir zamanlar seni sevdiğimiz gibi sevdiğimiz başkaları var artık hayatımızda. Seni unutmadık. Ama fırsat bulamıyoruz bir türlü gelmeye...
Vazgeçtim artık doğru düzgün bir adam olmaya çalışmaktan. Rüya öldü.. Sen gittin.. ben.. kaldım.. İkinize de engel olamadım. Şimdi çok üzgünüm desem.. Ya da demeyeyim en iyisi bir şey, boşver..

Aşk problemlerimiz çözülmüştür artık..

Hayatta en hakiki mürşit ilimmiş hakkaten. Pozitif bilimlerle uzak yakın bağı olmayınca insanın bazı şeyleri geç öğreniyor haliyle. Ben yaşadıklarımın kendime özgü deneyimler olduğunu zannederdim oysa isviçrelibilimadamları durumu tamamen vücuttaki salgılarla açıklamış. Meğer hepimiz aynı süreçlerden geçiyormuşuz. Evet, konumuz aşk.. Şimdi efendim diyelim ki aşık olduk. Bunu nasıl anlarız? Eskiden sorsalar, ne bileyim ben derdim birisi çıkıyor karşıma sonra bir bakıyorum ben eski ben gibi değilim o zaman aşık olduğumu anlıyorum. Ama ulu pozitif bilimler bu türden yuvarlak ve muallak cevapları kabul etmez elbette. Aşık olabilmemiz için şu belirtilerin vuku bulması gerekmekteymiş.Onu görünce kalbimiz çok fazla çarpmaya başlıyorsa; son günlerde, içimizdeki sevinç ve mutluluk duygusu arttıysa; hayata ve olaylara daha umursamaz bakıyorsak; arkadaşlarımız gözlerimizin pırıl pırıl baktığını ve son günlerde yüzümüze bir canlılık geldiğini söylüyorlarsa aşık olarak kabul edilebiliyormuşuz. Birde aşık olduğumuz zaman şaşkın şabalak hareketler yaparız ya (artistlik yapmak için lunaparkta kamikazeye binmek, pis sokak hayvanlarını şefkatle okşamak, günde on beş saat telefonla konuşmak, sokak ortasında tek başına yürürken kendini salak salak gülümserken yakalamak v.s.). Meğer bunlarda bizim hiç kabahatimiz yokmuş. Aşık olduğumuzda gösterdiğimiz dengesiz davranışlarımızın sebebi, vücudumuzun salgıladığı feronom maddesiymiş! Aşk,vücutta feronom maddesinin salgılanmasıyla başlıyormuş. Aşkın kokusu olarak tanımlanan bu madde, beynin ilgili bölümlerini uyarıyor ve aşk doğuyor akabinde de biz sapıtmaya başlıyormuşuz. Feronoma "aşk hormunu" da deniliyormuş. Aşıkların, her dakika aşık oldukları kişiden söz etmeleri bu hormondan kaynaklanıyormuş. Aşık olunduğunda vücudun fazla feronom salgılamasıyla kişilerin fiziksel yapılarında ve davranışlarında değişiklikler oluşmaya başlıyor, kalp çarpıntısı, gözlerin parlaması gibi değişiklikler oluyor ve "O da beni seviyor mudur", "acaba şimdi nerededir?" gibi sorular artmaya başlıyormuş. Obssesif yani takıntılı kişi davranışları da kendini göstermeye başlıyormuş tabi kaçınılmaz olarak. Aşkın alevinin zamanla azalması ve duyguların şeklinin değişmesini de alışma-soğuma durumuyla açıklardım.. Yanlış efendim, cahillikten yaptığım yorumlar işte. Meğer aşkın yerini sevgiye bırakması da hormonlarla ilgiliymiş. Zamanla serotoninin azalması, oksitoksinin! artmasıyla, aşk yerini bir süre sonra sevgi ve şefkate bırakıyormuş. Oksitoksin ne lan deme şimdi içinden. Aç bir yerlerden oku koca koca isviçrelibilimadamları bulmuş işte ne itiraz ediyorsun.. Sonra neden bahar-yaz aylarında daha çok aşık oluyor insanlar sizce. Elbette bunun da bilimsel bazı sebebleri var. Özellikle bahar ve yaz aylarında, güneş ışınları insanların hormon sistemini etkiliyor ve bu durumda aşk daha yoğun hissediliyormuş. Melanosit denen vücuda renk veren hücreler de bu aylarda artıyormuş. Melanositle bu hadisenin ilişkisini pek kuramadım ama o da benim cehaletimdendir kesin yoksa değerli isviçrelibilimadamları boş konuşurlar mı hiç??
Vay arkadaş ya ne salakmışız. Ama bilmemek değil öğrenmemek ayıp. Bir daha kimse bana Öyle Cezmi Ersöz tripleri yapmasın, isviçrelibilimadamlarının araştırma sonuçlarının bilgisayar çıktısıyla kovalarım ona göre...

24 Ağustos 2010 Salı

Unutursun.. Anlıyoruz..

Onlar her şeyi bilirler. Her durum için söyleyecek sözleri vardır mutlaka. Bir şeyi de bilmeseler olmaz. Senin yaşadıklarını daha önce yaşamış, hissettiklerini hissetmişlerdir. Yaşları kaç olursa olsun, karşına geçip bin yıllık tecrübeyle kocaman kocaman akıllar verirler. Onlardan hiçbir şey saklayamazsın, başka şeylerden bahsediyor bile olsan aklından geçenleri bilip ustalıkla lafı oraya getirirler. Zaten onlarla da başka bir şey konuşulmaz. Ortak argümanları 'unutmak'tır. Her fırsatta "unutursun" derler. "Zamanla unutursun." Yanılmaları imkansızdır. Zamanın sırrını çözdükleri için yuvarlak laf etmezler. Kesin ve kati söylemleri vardır. Sürekli aynı şeyi tekrarlamaları bile istikrarlarının göstergesidir. Durup durup "unutursun" derler. Unutamıyorum dersin, "olmaz" derler. Zamandan bahsederler. Zaman lafı onların ağzında büyülü bir sözcük gibi olur. Abra kadabraları zamandır onların. "Kötü bir kitabı beş haftada unutursun, beğenmediğin bir filmi iki ayda unutursun, yeni tanıştığın kızın ismini akşama kadar unutursun.." "Onu unutman için ise bir sene gerekir." Az ya da çok değil. Tam bir sene gerekir. Onuncu ayda unutmaya kalksan gelip mutlaka hatırlatırlar. Bir sene diyorlarsa bir senedir. Aksi halde düzenleri bozulur, buna izin veremezler. "Seni çok iyi anlıyoruz" derler sonra, çok anlayışlıdırlar. Çok pişmanım dersin, "Anlıyoruz" derler. Çok üzgünüm.. "Anlıyoruz.." Hepinizden nefret ediyorum.. "Çok iyi anlıyoruz seni.." Allah hepimizin belasını versin.. "Haklısın, anlıyoruz.." Hiç istiflerini bozmazlar, her şeye hak verirler. Tepeden tırnağa anlayışa bürünürler. Dayanamayıp ağız dolusu küfretsen bile şefkatli tavırlarla omuzundan tutup gözünün içine bakarak "Anlıyoruz" derler. Yapacak bir şey kalmayınca susmaya başlarsın, tabi onu da hemen anlarlar. "Suskunluğunu çok iyi anlıyoruz." O kadar güzel anlarlar ki bilirsin artık, onlardan bir şey saklanamaz. Anlama terapisi bitince unutma terapisine dönerler yeniden. Unutursunla devam ederler laflarına. Canım çok yanıyor.. "Unutursun.." Bu kez farklı ama.. "Unutursun.." İçlerinden gülerler -biz ne farklılar gördük.- Toplu bir unutma histerisi başlamıştır. "Şöyle unutursun, böyle unutursun, ne de güzel unutursun, en iyi sen unutursun." "Bak biz, hepimiz unuttuk, sen de unutursun" Ama ben sizin gibi değilim, sizden farklıyım.. "Daha önce gülüp, biz ne farklılar gördük demiştik duymadın mı?" İçinizden söylemişsiniz duymadım.. "Öyle şeyler insanın yüzüne söylenmez, ayıp." Canım insanlar.. Nasıl da duyarlıdırlar. Bu incelikleri öldürüyor beni asıl. Daha fazla utandırmadan, hemen unuturlar bu bahsi. Her şeyin doğrusunu onlar bilir. Unutursun.. Onlar anlarlar...

Mutluluktan ne bok yiyeceğini bilememek..

Mutluluğa alışık olmayanlar azıcık mutlu olduklarında ne bok yiyeceklerini şaşırırlar benim gibi. Bünyeleri kaldırmaz işlerin yolunda gitmesini mutlaka bir terslik yaratmak zorundadırlar. Bilirler aslında, sadece susup bekleyenler kazanır, ama beceremezler. Mutluluk hormonu mu ne haltsa beyinde yayılmaya başladığı vakit hücre deformasyonu da baş gösterir peşinden. Kriz zamanlarında zehir gibi çalışan o kıvrımlı et parçası çalışmaz olur. Hayatları boyunca birilerinden ilgi görmek için didinip dururlar, öyle birini bulduklarında da hep öyle birini beklediklerini unutup saçmalamaya başlarlar. Kendilerini bir şey zannettikleri için kontrolü hemen ellerine almak isterler. "hayır canım" lar başlar hemen, "bu kitabı mutlaka okumalısın" lar, "onunla görüşmeni istemiyorum" lar.. Master programına öğrenci hazırlıyor sanki.. Sana ne lan bırak okumasın, dokunma kiminle görüşüyorsa görüşsün. Ama olmaz her şeyin en iyisini biliyordur ya beyzade onu da kendi mertebesine yükseltmek için elinden geleni yapar. Beklediği ilgiyi gördü ya artık kibir ve ukalalıkta kimse onun eline su dökemez. Yalnız burada bir parantez açmak gerekir. Karşı taraf bu duruma başta karşı çıksa mesele bu kadar büyümeyebilir aslında, ama genelde kölemen bir tavırla her istenileni yaptığı için aynı nisbette beyzadenin de kıç kalkması tavan yapar. Bunun ilelebet böyle gideceğini zannederken birden bire bir kişiliği olduğunu hatırlayan hanım kızımız ufak ufak homurdanmaya başlar. Ama geç kalmıştır. Bunu bir taktik meselesi zanneden delikanlı müdahalelerinin dozunu gitgide artırır ve sonuçta kaçınılmaz olanla yüzleşilir. Hanım kızımız alıp başını gider, beyzade alık alık etrafa bakar.. Sonrası, kendi kendine hesaplaşmalar, hayıflanmalar v.s.. Böylelerinin mutlu olmaya hakları yoktur, hatta mutlu olmalarına gerek bile yoktur. Alışık değillerdir çünkü, azıcık mutlu olduklarında ne bok yiyeceklerini bilemezler...

19 Ağustos 2010 Perşembe

Ona şu an çok ihtiyacım var..

Ona şu an çok ihtiyacım var ; daha önce hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım ona. O kadar acil bir durum ki bu kalbimin ortadan ikiye bölünüp aşağıya, bacaklarımın arasına düşmesinden korkuyorum. Bunun kulağa komik geldiğini biliyorum. Otuz yaşını devirmiş bir adam olarak daha olgun davranmam gerektiğinin de bilincindeyim, ama olmuyor işte. İster çocukluk deyin, ister toyluk hatta delilik. Umurumda değil. Onun yanına gitmeliyim, yoksa sonsuza kadar kaybedeceğim..
Daha önce de buna benzer şeyler hissettiğim oldu. Aslında onu özlemediğim bir an bile olmadı ama farklı ve çelişik duyguları aynı anda yaşadığımdan olsa gerek, bir şekile kendimi tutmayı başarabildim. Ayrılığımızın ilk günleri acı ve öfkeyi birlikte yaşadım. Sonra sonra öfkenin yerini artık tüm hücrelerimde hissettiğim özlem aldı. Sonra özlem yeni öfke nöbetlerini beraberinde getirdi. Zaman zaman tekrar döneceği umudu yeşerdi, sık sık da onu tamamen kaybettiğim fikrine kapıldım. Ama hissettiklerimin herhangi birinde ısrarlı olup alışkanlık geliştirmeme izin vermedi zihnim. Manik depresif bir hal, bir uçta umutsuz bir aşk ve tutku; diğer uçta da iflah olmaz bir öfke ve kızgınlık olan dar bir koridorda bir ileri bir geri götürüp getirdi beni. Kendimi dünyanın en büyük haksızlığına uğramış hissettiğim zamanlarda onu bir kaşık suda boğmak istedim; ama o an karşıma çıksa boyununa sarılıp beni affetmesi için yalvarmaktan başka hiçbir şey yapamayacağımı da çok iyi biliyordum.. Terk edilen insanların terk edildikleri ilk zamanlarda yapabilecekleri bütün saçmalıkları yapıp düşünebilecekleri bütün aptallıkları düşündüm. Öfkem ve acım o kadar büyüktü ki bütün dünyanın bana acımasını istiyordum. Herkes bilmeliydi, vah vah demeliydi herkes, ilgi ve alaka göstermeleri gerekiyordu. Tek başına üstesinden gelemeyecektim bunun. Bundan daha büyük bir acı olamazdı sanki herkes bunu anlamalıydı, hiç kimseye bir şey anlatmama gerek kalmamalıydı. Herkes işini gücünü bırakıp benimle acı çekmeliydi. Ben hayatımın anlamını kaybetmiştim, onlar benim yanımda olup hiç konuşmadan beni anlamalıydı, beraber ağlamalıydık, beraber hüzünlü şarkılar söyleyip, beraber sarhoş olup, beraber öfke krizleri geçirip beraber... O kadar çaresiz ve zavallı hissediyordum ki kendimi, yüzüme "neler yaşadığını anlıyorum ve senin için üzülüyorum" der gibi bakan herhangi biri bile kanayan ruhumu biraz teskin edebilecekti. Olmadı. Belki ben onlara nasıl ihtiyaç duyduğumu hissettiremedim belki de onların çok işi vardı. Durup böyle saçma sapan hezeyanlarla ilgilenemeyecek kadar meşguldüler. Sonunda onlar da öfkemden nasiplerini almaya başladılar. Beni terk ettiği için ondan, beni anlamadıkları için onlardan ve elimden hiçbir şey gelmediği için kendimden nefret etmeye başladım. Hatta bir ara bölündükçe çoğalan bu öfkenin içimdeki aşkı bile alt ettiğini düşündüğüm oldu. Ama tüm bunların zavallı birer savunma mekanizması semptomu olduğunu o kadar iyi biliyordu ki bir yanım, içten içe beni yiyip bitiren sızı tek bir gün bile azalmadı.
O kadar üzgündüm ki, hayatla işimin bittiğini düşünmeye başlamıştım artık. Yaşıyor olmak için yaşamanın manası yoktu sanki. Ve tuhaf şeyler düşünürken yakalamaya başladım kendimi sık sık. Hızlı trenin önüne fırlamak, tabanca ya da gaz, yüksek binalardan atlamak, çalışan bir otomobille birlikte kendimi garaja kilitlemek, yarısı boşalmış rakı şişesine iki kutu xanax boşaltıp yavaş yavaş çözülmesini bekledikten sonra tek yudumda kafama dikmek, odamın kapısına ve camına çok sayıda asma kilit taktıktan sonra anahtarları kapının altından dışarı atıp odadaki bütün kitapları ateşe vermek.. Ama o kadar korkaktım ki tüm bunlar birer fantezi olmaktan öteye geçemedi..
Şimdi daha sakinim. Ve daha az öfkeli. Hala üzgün ve çaresizim evet ama biliyorum ki içimdeki sevgiyi öldürmeye hiçbir duygunun gücü yetmeyecek. Artık başka hiçbir şey umurumda değil. Tek bir şeyden eminim. Ona şu an çok ihtiyacım var. Daha önce hiç olmadığı kadar. Nasıl olur bilmiyorum ama onu görmek zorundayım. Yaptığım ya da yapmadığım her şey için özür dilemeliyim. Onu ne kadar çok sevdiğimi ve o olmadan her şeyin ne kadar eksik yaşandığını anlatmalıyım. Bir bebek gibi hiçbir şey bilmeden ayaklarının dibine atmalıyım kendimi, tutup ellerimden kaldırması için gözlerine bakmalı ve her şeyi onunla yeniden öğrenmeliyim. Geçmişteki doğruların ya da yanlışların muhasebesini yapmaktan vazgeçtim. Hiçbir şey, hiçbir yaşantı hiçbir söz umurumda değil artık. Nefes almakla alamamak arasındaki fark gibi bir şey şu an onu görmek ya da görememek. Olgun davranmak filan istemiyorum. Ağırbaşlılıktan da bahsetmeye kalkmasın kimse. Bilincim yerinde, sakinim, ne istediğimi çok iyi biliyorum. Benim şu an sadece ona ihtiyacım var. Daha önce hiç olmadığı kadar...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Hazırlığınızı yapın..

Hazırlığınızı yapın. Sizi bekleyen tek şey var, hayal kırıklığı. Hepiniz hayallerinizin büyüklüğü ölçüsünde acı çekeceksiniz aklınızdan çıkarmayın. Aklınızı bir kenara bırakıp üçüncü sınıf mutluluklar yaşadığınız anlar olacak elbet. Ama er geç akıl başa gelecek ve farkedeceksiniz. Ne kadar çok hayal, o kadar çok acı.. Geçici mutluluk anlarında ister istemez hayal kuracaksınız. Ama istisnasız her hayal yerini utanç ve öfkeye bırakacak. Hiçbir şey kurtaramayacak sizi. Aşklarınız, planlarınız,evarabaçocukbahçeevli gelecek tasarılarınız, kredi kartlarınız, sohbetleriniz, baştan çıkarmalarınız, kıyafetleriniz, kediniz, köpeğiniz, sevgiliniz, anneniz, babanız, dostlarınız, bildikleriniz, gördükleriniz, gezdikleriniz, yedikleriniz, içtikleriniz.. Bunların bazılarını elde eder gibi olacaksınız mutlaka. Ama elde ettiğiniz zaman kurduğunuz hayallerin güzelliğiyle uzaktan yakından alakalarının kalmadığını göreceksiniz. Sevgilinizle evlendiniz diyelim. Birine aşıksanız kuracağınız en güzel hayal bu olmalı. Ama sevdiğiniz kadının bir kaç yıl içinde nefret ettiğiniz karınıza dönüştüğüne tanık olacaksınız dehşetle. Kedi mi aldınız? Çok seviyorsunuz değil mi? Bir kaç yıla kalmaz ya ölür ya evden kaçar hiç merak etmeyin. Gelecekle ilgili planlarınız mı var? Hayat denilen şeyin planlarınızın dışında kalan her şey demek olduğunu anlamanız hiç zor olmayacak. Sahip olduğunuzu zannettiğiniz her şeyin aslında size sahip olduğunu anladığınızda gidecek yeriniz bile kalmayacak. Elde ettiklerinizle avutmaya kalkmayın sakın kendinizi. Hiçbiri tutamak olamayacak size. Sizi bekleyen tek şey var, hayal kırıklığı.. Hayalleriniz ne kadar gerçeğe yakınsa acınız da o kadar büyük olacak. Çünkü hiçbir hayal gerçekleşmeyecek. Bundan kurtuluş yok. Ama acıyı azaltmanın bir yolu var. Hayal kırıklığınızı başkalarının insafına bırakmamak. Kendi hayal kırıklıklarınızı kendiniz yaratırsanız başedebilirsiniz acıyla. İzin vermeyin hayallerinizi başkalarının yıkmasına. İstediğiniz kadar güzel ve sevimli hayaller kurun, özgürsünüz. Ama hemen ertesi gün hayallerinizin en büyük muhalifi olmak koşuluyla. Bir düş görümü zamanınız var, o kadar.. Sevgilinizi en çok sevdiğinizi düşündüğünüz anda terk edin mesela. Eğer becerebilirseniz başta üzülür ama sonra sonsuza kadar kendinizi iyi hissedersiniz. Çünkü o hep sizin sevgiliniz olarak kalır. Zamanın ve hayatın sizdeki onu kirletmesine izin vermemiş olursunuz. Annenizin vitrinindeki dokunulması yasak kristal çay takımları gibi kalbinizin en yüksek yerine kaldırın onu ve hiç dokunmayın. Çay içmeye başlarsanız eğer iflah olmaz su lekeleriyle başedemezsiniz. "İnsan hayallerinin büyüklüğü ölçüsünde özgürdür" gibi laflar duyacaksınız zaman zaman. Sakın bu tür geri zekalılıklara kulak asmayın. Fotosentez dahi yapıyor olsalar yine de şükredecek şeyler bulabilen polyanna müsvettelerinin morfinidir o tür sözler. Uyuşmayın, ruhunuzun uyuşturulmasına da izin vermeyin. Size güzel şeyler söyleyenler olacaktır, kanmayın.. Sizi nasıl sevdiklerini anlatıp değerli olduğunuzu hissettirmeye kalkabilirler, aman dikkat.. Zaten bir çoğunuzda iki güzel lafla mayışıp hemen köleleşme potansiyeli var. Eğer ruhunuzu hayallerinizin gerçek olacağı yanılsamasına kaptırırsanız sizi kimse kurtaramaz. O yüzden hayaller kurun, sonra onlara acımasızca saldırın. Gerçi kendinizle uğraşmaktan vakit kalmaz ama eğer yapabiliyorsanız başkalarının hayallerine de saldırın. Ne kadar çabuk gözlerini açarsanız etrafınızdakilerin o kadar büyük iyilik yaparsınız. Ama neyse bunu boşverin, kendinizi kurtarın. Unutmayın ne kadar çok hayal, o kadar çok hayal kırıklığı, sizi bekleyen başka hiçbir şey yok. Hazırlığınızı yapın...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ayrılığın ardından tuhaf bir "monolog"

- Gitmem lazımdı
- Biliyorum
- Hayır bilmiyorsun hiçbir zaman hak vermedin bana
- Haklı değildin zaten
- Nefes alamıyordum, boğulmak üzereydim benim yalnız kalıp kendimi dinlemem gerekiyordu
- Biliyorum
- Yine aynı şeyi yapıyorsun, bak hala konuşamıyoruz seninle. Şu an ne kadar kızgın olduğunu biliyorum ama belli etmiyorsun.Bir kaç kötü laf etsen her şey daha kolay olacak sanki.
- Canın mı sıkılıyordu?
- Çok..
- Bütün ilişki can sıkıntısıyla başlamadı mı zaten?
- Başta seninle sıkılmak da güzeldi. Her şey çok güzeldi.
- Neden gittin o zaman?
- Gitmem lazımdı
- Biliyor musun, biliyordum
- Neyi?
- Bir gün gitmen gerekecekti
- Başlamasına neden izin verdin madem?
- Canım sıkılıyordu
- Kim kimi kandırmış oluyor o zaman?
- Ama benim canım hep sıkılıyordu, seninle ikiye bölebiliriz zannetmiştim.
- O zaman bana hak vermen lazım, denedik, olmadı
- Hayır
- Neden?
- Haklı değilsin de ondan
- Kendimi düşündüğüm için mi?
- Hayır, kendini düşündüğün için değil.
- Neden o halde?
- Sadece kendini düşündüğün için.
- Ama senin yanında kaldıkça ben olmaktan çıkıyordum. Kendimi, ruhumu, aklımı kaybetmek üzereydim. Biz seninle içinde ikimizin olduğu bir gelecek bile hayal edemiyorduk
- İçinde ikimizin olduğu geçmişi hatırlamak daha zor değil mi peki?
- Zor. Benim için de zor ama beni anlamalısın.
- Anlamıyorum
- Yine başa döndük
- Bir yere döndüğümüz yok, kimsenin kimseye döneceği de yok
- Kelime oyunu yapma bana
- Bırak bu kadarcık oyun oynayabileyim. Senin oyunlarının yanında esamesi bile okunmaz
- Ben seninle oyun oynamadım. Gerçekten sevdim ben seni
- Hayır
- Yapma!
- Öyle. Oyun oynadın işte. Kötü bir niyetin yoktu. Benim de yoktu ama. Hem uyarmıştım seni.Üstelik gideceğini adım gibi bilmeme rağmen yaptım bunu. Bak dedim, ben bildiğin adamlar gibi değilim. Sen bir gün gidersin ben kalakalırım. Yalnızlığa alışkanlığımı otuz yılda kazandım ben bırak başa döndürme beni
- Lütfen başlamayalım yine
- İzin ver bitireyim.. Anlattım sana. Şu an sana ilginç gelen her halim her hareketim her düşüncem bir süre sonra sıkmaya başlayacak seni. Egzotik bir hayvan gibi görüyorsun beni tuhaf, farklı. Ama seni çeken bu ilginin sonu gelecek bir zaman sonra. O zaman ben ne yapacağım.
- Öyle değildi
- Dinlemedin.Tutup elimden çıkardın beni ormanımdan. Ne olacak şimdi, ne geri dönebiliyorum ne ileri gidebiliyorum. Arafta bıraktın beni gittin.
- Hayat devam ediyor ama geçecek acın bir süre sonra unutacaksın
- Off. Yakışmıyor sana klişelerle konuşmak
- Öyle ama sonsuza kadar arkamdan yas tutacak değilsin ya
- Arkandan!!
- Her neredense işte
- Yas tuttuğum filan yok benim. Ama yapamıyorum işte. Bu kadar çabuk pes etmeseydin keşke
- Çabuk mu? Elimizden geleni yapmadık mı?
- Fazlasını denerdik. Ben senin için değişirdim
- İnsan değişmiyor. Sevdiğin zaman değişebilirim zannediyorsun ama ufak bir kıskançlık,kızgınlık ya da alakasız bir söz içindeki hiç değişmeyen seni ortaya çıkarıveriyor
- Rolleri mi değiştik? Psikoloji okuyan benim sanıyordum.
- Ama..
- Tamam tamam doğru, insan değişmiyor. Ama o kadar çok istedim ki değişmeyi. Sen de inansaydın bana belki farklı olurdu. Belki bütün o psikobilmemne kitaplarını yanıltırdık
- Yapamazdık
- Neden?
- Gitmem lazımdı
- Biliyorum.
- Sana bütün kalbimle..
- Sakın
- Ne?
- Yapma. Bana mutluluk filan dileme, hala mı klişe
- Peki tamam. Ama ne olur çok üzme kendini
- Ben mi üzüyorum kendimi? Yoksa sen mi üzdün beni?
- Ama kaç kere konuştuk bunları. Hiçbir işe yaramıyor işte canımızı daha çok yakmaktan başka. Hiç gelmemeliydim buraya
- Evet. Gelmemeliydin.. Geldin.. Gitmemeliydin.. Gittin.. Yapmaman gereken ne varsa yaptın başından beri.
- Ama..
- Tamam tamam söylemedim bir şey. Hadi git artık
- Sen?
- Ben buradayım
- Bekleyecek misin? Bekleme desem..
- Sana ne derim
- Peki tamam iyi bak kendine
- Kalsaydın da sen iyi baksaydın bana
- Aliii!!
- Sustum
- Hoşça kal
- Kalırım...

15 Ağustos 2010 Pazar

Hayatımı güzelleştiren herkese açık teşekkür !..

Bütün hayallerimi gülünç duruma düşürdük. El birliğiyle rezil ettik hepsini, herkes işinin başına dönebilir artık. Kim girdiyse hayatıma üstüne düşeni fazlasıyla yerine getirdi. Hepsi rolünü eksiksiz oynadı. Gerçekleşmesi beklenen hayal kalmadı artık, herhangi bir beklenti de söz konusu değil. İnadımdan da vazgeçtim ayak diremekten de.İnsanlarla iligili bütün talep ve iyi niyetlerimi toprağa gömdüm. İstediğiniz "marul adam" pozisyonunu aldım. Psikobilmemnelerimi filan düşünüp kaygılanmaya kalkmasın sakın kimse, hayal de yok artık kırıklığı da.. Sadece dvd sini alıp gazetesini almamama rağmen bir buçuk yıldır ısrarla gazetenin de parasını alan ve beni bu durumu fark etmeyecek kadar geri zekalı zanneden sevgili mahalle bakkalım; oynadığımız bütün okey oyunlarında ısrarla taşın altına bakan ve hep inkar eden muhterem Faik abim; kinder sürpriz yumurta aldığım zamanlarda beni öpücüklere boğan eli boş geldiğimde ise yüzüme bakmayan komşumuzun oğlu minik Efe; yemekhaneye her indiğimde halini hatırını sormama rağmen sevdiğim yemeklerden azar azar sevmediğim yemeklerden bol bol koyan değerli ustam; her fırsatta bana olan sevgi ve saygısını dile getirmesine rağmen okul tarihinin en rezil ders programıyla yıllar yılı beni okulda ağaç eden saygıdeğer okul müdürüm; beni çok çok sevdiğini söylediği günün akşamı başka birini çok çok çok sevdiğini fark edip ayrılmak istediğini belirten eski "canım sevgilim"; başka bir gerekçeyle alıp başını giden bir önceki eski "canım sevgilim" ; benim alıp başımı gitmem için elinden geleni yapıp başarılı olan daha daha önceki eski sevgilim; özellikle maaş günleri en sevdiğim yemekleri yapan sevgili annem; ne zaman canı sıkkın olsa beni içmeye çağıran ama benim ne zaman canım sıkkın olsa her defasında içme teklifimi inatla reddeden can dostum İlker..Ve diğerleri... Hepinize sonsuz teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim. Sizler olmasaydınız eğer kıçımın kalkması ve kendimi bir halt zannetmem kaçınılmaz olurdu. Sayenizde burnum sürttü kendi gerçeğimle yüzleştim. Artık isteseniz bile egomu ayağa kaldıramazsınız. Hiçbirinize kızgın değilim, üzgün filan da değilim. Şaşkınım belki bu kadar geç idrak ettiğim için, ama bu da sizi şaşırtmamalı, aptallık yapmakta üstüme yoktur iyi bilirsiniz. Sevgili dostlarım.. İyi ki varsınız.. Evet herkes işin başına dönebilir artık görev tamamlandı. Ben artık “marul adam” oldum, teşekkürler emeği geçen herkese…

12 Ağustos 2010 Perşembe

Koalalardan Kurtulamamak...

Onunlayken öğrendiği her şeyi unutmaya başladığını fark etti. Onunla birlikteyken bildiği şeyleri de unutuyordu ve onun yanındayken bilemediği pek çok şeyi sonradan da bilemedi. Düşünceleri ile davranışlarını birbirine uyduran görünmez bağ, onun gidişiyle birlikte kopmuştu sanki. O zamanlar düşünmeden davranıyordu artık davranmadan düşünmeye başladı. Bir taraftan da süratle unuttuğu için bildiklerini bu davranışsız düşünme acınacak bir noktaya gelmişti. Ve ne yazık ki insan neyi düşünmek istemezse onu daha çok düşünüyordu. Örneğin koalaların karınlarını nasıl doyurduklarını düşünmeyi yasaklamıştı kendine ama o andan itibaren başka bir şey düşünemediğini gördü.O aptal hayvanlar zihninden çıkmıyordu artık. Bütün meselelerin çözümü koalaların düşünülmemesine bağlıydı, eğer koalaları düşünmeden bir saat geçirebilirse hayatında ters giden her şey düzelecekti, o geri dönecekti mesela.. içkiyi azaltacak,sigarayı bırakacak, yeniden insan arasına çıkacak, kaybettiği kiloları hızla geri alacak, tekrar gülmeye başlayacaktı. Bütün iş o hayvanları zihninden uzaklaştırabilmekteydi. Ama olmuyordu bir türlü. Başka şeyler düşünmeye başladığı zamanlarda bile birden ağacın birine sarılmış bütün geri zekalılığıyla şaşkın şaşkın bakarak ne olduğu belli olmayan yaprakları kemiren o lanet hayvanın görüntüsü beliriveriyordu zihninin derinlerinde. Bu zihninin derinleri lafı da ne kadar sevimsiz. Sanki üç boyutlu bir şeymiş gibi. Bir de altı-üstü oluyor bunların.. Bilinç altı, bilinç üstü, bilinç ortası..Ne çok biliyorlar, her şeyden de haberleri var. Şaşmaz hesaplama yöntemleriyle üçe bölmüşler zihnimizi şu köşe alt köşesi şu köşe üst köşesi ortada okaliptus ağacı.. Evet evet, o ağacın yaprağını yer koalalar. Nasıl bir ağaçsa, ağaç hakkında bilgisi yok ama koalaların yapraklarını kemirdiği kesin. İnsan zannedildiği gibi aynı anda pek çok şeyi düşünemez, iki şeyi bile aynı anda düşünemez, bu mümkün değil. Ama iki düşünce arasındaki geçiş çok hızlı olduğundan bazen aynı anda pek çok şeyi düşündüğü yanılsamasına kapılabilir.Saniyede üçyüzbin kilometre hızla eski sevgilimizden koalalara geçebiliriz mesela ama aynı anda eski sevgilimizi ve koalaları düşünemeyiz. Bu teknik olarak imkansız, tabi bir koalaya aşık değilsek ve daha sonra aşık olduğumuz koala tarafından terk edilmediysek.. Davranmadan düşünmeye başlamıştı artık ve düşünceler dışardan gözlenemediği için hiçbir şey yapmıyor izlenimi veriyordu etrafındakilere. Yakınları endişelenmeye başlamıştı ama o bunu çok umursamıyordu. Bildiği her şeyi unutmaya başlamıştı. Bilmediklerini de bundan sonra hiç öğrenemeyecekti. Günün büyük kısmında çekyatın üzerinde oturup gözleri yarı aralık çıplak duvara bakıyordu sadece. Aslında büyük bir mücadele içindeydi ama dışardan anlaşılamıyordu. Problemin kaynağını bulmuştu. Lanet koalaları düşünmeden bir saat geçirebildiğinde her şeyin yoluna gireceğinden de emindi. Ama.. Sahi koalalar o ağaçtan hiç inmezler mi?

8 Ağustos 2010 Pazar

Siz bilmezsiniz ben bilirim

Siz bilmezsiniz ben bilirim ne çok şeydiniz orada elinizi ilk tuttuğumda dünya değişmişti işte göğün gözü açıldı o zaman siz öyle bir sarıldınız ki sonra bana ben sarılmak neymiş orada öğrendim içine sığamayacağım yerleri dolaşasım geldi sizinle İstanbul olmuştuk sanki her şeyin maketini yapardık bıraksaydınız bir güç gelmişti bana bir kuvvet sevilmeyen ne kadar çocuk varsa severdim gidilmeyen her yere giderdim şehrin bütün dilencileriyle paylaşasım oldu birden cebimdeki paraları tuhaf bir insanseverlik çöktü üstüme sanki gülmek ilk defa yakıştı o zaman bana orada elinizi ilk defa tuttuğumda siz öyle çok şey oldunuz ki siz bilmezsiniz kimse bilmez ben bilirim sanki yaralı aklım gideceği ülkeyi bulmuştu bu kez öyle sanmıştım bildiğim her şeyi anlatayım istedim size okuduğum bütün kitaplardan bahsedeyim sevdiğim yaşadığım ne varsa haberiniz olsun bütün numaralarımı bir çırpıda sergileyeyim öyle etkileyeyimki sizi bırakmayın elimi utanmayı aklıma getirmedim insan zaman eşya umrumda değildi orada bir siz vardınız bir ben keşkelerin tamamı tedavülden kalkmıştı etrafımız delirmişti tartıcı çocuk sarhoş olmuştu güvercinler aptallaşmıştı ben ömrüm boyunca büyüye meyleden ben ilk defa büyü yapabilmiştim ben sizinle o kadar güzel olmuştum ki siz de ancak bu kadar güzel olurdunuz zaman bile çıldırdı orada ben sizin elinizi tuttuğumda dünya ellerimizden ibaretti avucumuzun içine almıştık onu gökyüzüydü yeryüzüydü o kadar ufalmışlardı ki... Çay içtik sonra siz geçer sandınız geçmedi bakın -sen-din siz oldunuz sonra ama siz bilmezsiniz ben bilirim işte elim şimdi yarım kalmış inşaat...

6 Ağustos 2010 Cuma

Oyun 2

Başka bir oyunun parçasıyım şimdi. Seninleyken oynadığımız oyun gerçek bir hayat yaşıyormuşum hissi vermişti ilk kez. Fakat ne yazık bütün mükemmel oyuncular gibi rolünü kötü oynayıp gittin. Falso vermedin hiç, o kadar kötü oynadın ki bunun oyun olamayacak kadar gerçek olduğunu zannetmiştim. Müthiş bir ustalık bu, oyun oynamak ama bunu kötü yapmakta ustalaşmak ve karşıdakine neredeyse oynamıyormuş gibi hissettirmek. Kısacık zamanda kendimi kaptırdığım oyun büyük bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Şimdi başka bir oyunun parçasıyım, senden çaldığım rolü tek başıma oynamaya devam ediyorum ama bu artık başka bir oyun. Varmışsın gibi yapıyorum, ama senin kadar kötü oynamayı beceremediğimden gerçek gibi gelmiyor bana bir türlü. Musallat olacağın diğer hayatları da kötü oyunlar oynanan sahnelere çevirebilecek misin bilmem. Ama kabiliyetli olduğunu biliyorum, bir de benim gibi saf bir rol arkadaşı bulursan çok daha büyük trajedilere vesile olacağından hiç kuşkum yok.. Başarılar diliyorum...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Ayrıntı..

Kontrol edemediğim düşüncelerimin istilasından beynimi kurtaramıyorum. Bilincimi ele geçirdiler. O kadar çok düşünüyorum ki, bazen düşünmekten düşündüklerimin birazını bile yapmaya vakit bulamıyorum. Öyle çok şey var ki düşünecek.. Mesela şu kazak çıkarma sorunu. Kış günlerinin lanet uğraşı.. Birileri bir canlı yayında filan gösterseler şunun nasıl olacağını da kurtulsam. Önce kollarımı -kazağın sağ kolunu sol elimle, sol kolunu sağ elimle çekip diğer elimi kurtardıktan sonra- boşa çıkarıp kazağın henüz çıkmamış dış ön yüzünden hamle yaparak kafamın üzerinden çıkarıp mı kurtulmalıyım, yoksa her iki elimle kazağın boyun kısmına uzanıp önce kafamı mı kurtarmalıyım? Hadi bunu zor da olsa hallediyorum bir şekilde de asıl kargaşa sabahları giyinirken ortaya çıkıyor. Önce neyi giyerek başlamalıyım? Allahım nasıl da zor iş.. Çoraplarla başladım diyelim. Sonra aşağıdan mı devam etmeliyim, yukarı mı geçmeliyim? Aşağıdan başladığımda önce pantolonumu giyiyorum, sonra kazak, üzerine mont v.s.. Ama gömlek giymem gerektiğinde olmuyor işte. Pantolonu önce giydiğim zaman, gömleğin etek kısımlarını pantolunun içine sokmak için iliklediğim düğmeleri tekrar çözüp, pantolunu yarı indirmem gerekiyor ki gömleğin etek kısmının iç çamaşırımı saracak hale gelmesini sağlayıp, daha sonra gömleği bel hizasında sarmalayacak şekilde çekebileyim. Swet giyeceksem ne olacak peki. Pantolonumun içine mi sokmalıyım alt kısımlarını,dışarda mı kalmalı? İnsan bunu ne kadar düşünür? Ben o kadar çok düşünüyorum ki bazen işin içinden çıkamıyorum, beceremeyeceğim korkusuyla kıyafetlerime dokunamayıp evden hiç çıkmadığım zamanlar oluyor. Başkalarının farkında olmadan kolayca yapabildiği şeyler benim için mesele oluyor hep. Ayrıntı diyorlar sonra benim takılıp kaldıklarıma, sinirlerim iyice bozuluyor. Düşünmeden yaşamayı marifet zannediyorlar. Canım diyorlar mesela, onda ne var giyin çık işte. Kolayca giyinip işin içinden çıkıveriyorlar. Her işleri kolayca oluyor, bunu yaşam felsefesi yapmışlar. Kolayca aşık oluyorlar, kolayca seni seviyorum diyorlar, kolayca vazgeçiyorlar sonra da. Çektikleri acı da çok kolay oluyor haliyle, unutmaları da. Kendileri gibilerden oluşan kalabalığın içinde takılıp kalmadan tüm sahtekarlıklarıyla yaşarlarken ara sıra benim gibilerle karşılaşıyorlar ve çok sürmeden bünyeleri hata veriyor. Başta tuhaf biriyle karşılaştıkları ve bu durum ilginç geldiği için egzotik bir hayvana yaklaşır gibi temkinli tavırlarla sokuluyorlar. Ama sonra tehlikenin farkına varıp usulca sıvışıveriyorlar. Benimse kulaklarımda söyledikleri sözler çınlamaya devam ediyor. Olası hatalar için hep yedek bir hayat tutuyorlar bir taraflarında kimselere farkettirmeden ve canları sıkıldığında diğer yaşantılarından devam ediyorlar. Kendine ait bir hayata bile sahip olamayanlar ise ancak ayrıntılara boğarak yaşamlarını bu aldatılışı düşünüp çıldırmadan yaşayabiliyorlar. Yazın çorap giyilir mi? Hergün değiştirmesem olur mu peki? Önce sağ tekini mi giymeliyim solu mu? En son beyaz çorap giydiğimde mesele yapmıştı, ama o yok artık, beyaz çorap giysem hala mesele çıkar mı...?

1 Ağustos 2010 Pazar

Özlemek..

Eğer birini gerçekten özlüyorsanız bunu doğru ifade edebilecek cümleleri saatlerce arasanız bile yazacak hiçbir şey bulamazsınız. Çok, pek çok, en çok diye devam eden cümleler birer ölçü ifade ederler ve bunların daha çoğu da hep mümkündür. Ama gerçekten özlüyorsanız söyleyebileceğiniz hiçbir şey yoktur.. Öfke, kızgınlık, kavgalar. Birer birer kaybolurlar ve geriye sadece o kalır. Bu sevgiden beslenen ama zamanla onun bile ötesine geçen bir duygudur. Tarifi mümkün olmayan ancak etkilerine bakarak gücünü hissedebileceğiniz bir his. Yumruk gibi takılıp kalır boğazınıza, her yerde sizinle beraberdir. Bundan kurtulmak için çabalar durursunuz ama nafile. Zaman zaman unutturur kendisini, geçer gibi olur. Sevimli bir çocuk bakışı, arkadaşlarla içilen bir kaç bardak rakı, günlük hayatın sıradan koşuşturmaları bazen o hissin üstünü örter gibi olur. Unutmazsınız ama, alıştığınızı zannedersiniz. Ve yalancı bir rahatlamaya doğru kayar bünyeniz. Ama sonunda, özellikle yalnız olduğunuz bir an gerçek çırılçıplak dikiliverir karşınıza. Özlüyorsunuzdur işte, bütün o yalancı rahatlamalarınız illüzyondan başka bir şey değildir. Küçücük bir şeyle kol kola çıkar karşınıza ve ruhunuzu yeniden kanatıverir o his. Bazen bir eşya, bazen bir şarkı, ya da telefonunuzun titreşivermesi.. Zaman mekan tanımaz. Ve böyle zamanlarda insanın en zavallı halini yaşarsınız. Çaresizsinizdir, uzaklaşmak istersiniz neredeyseniz, gülümsemeye çalışırsınız ama yüzünüzdeki tebessüm yeni boyanmış beyaz bir duvarda öldürülen sivrisineğin kalıntısı gibi iğreti durur.. Vicdan azabı gibi dolaşırsınız insanların arasında. Kurtulmaya çalıştıkça komik durumlara düşersiniz. Karmakarışık beyniniz ve paramparça ruhunuzla oradan oraya sürüklersiniz kendinizi bir süre. Zamanla bu hareketliliğin yerini acınası bir kabullenme alır. Artık eminsinizdir, özlemek sizin kaderinizdir. Ve bununla mücadele etmekten vazgeçersiniz. Unutmaya çalışmışsınızdır, ama olmamıştır. Sakinleşirsiniz artık, bu belki de en acı evredir. Beklemeye başlarsınız, kimselere bir şey anlatmazsınız. Hayat etrafınızda akıp gitmeye devam eder ve kimselerin sizin acılarınızı uzun uzun dinlemekle geçirecek kadar uzun zamanı yoktur. Kelimenin tam anlamıyla yapayalnızsınızdır artık. Beklersiniz, bu bekleyişin sonu var mıdır yok mudur bunu hiç kimse bilemez. Umudunuzu hiçbir zaman yitirmediğinizden bu umut size gereken sabrı da verir. Belki de çaresizlikten kaynaklanan bir sabırdır bu bilemeyiz.. Ama siz artık sesinizi çıkarmadan bir köşede sadece güzel şeyler düşünerek özlemeye devam edersiniz.. Ve özlemenin bu hali hiçbir dilde, hiçbir kelimeyle anlatılamaz.. Eğer birini gerçekten özlüyorsanız bunu doğru ifade edebilecek cümleleri saatlerce arasanız bile yazacak hiçbir şey bulamazsınız...